İslam’ın ilk yüzyıllarında Müslümanlar küresel yolculuklarını, misyonlarını, vizyonlarını, belirleyiciliklerini, dünya ve insanlık hakkındaki bilinçlerini, birikimlerini, nüfuz yeteneklerini güçlendirme ve çoğaltma sorumluluğunu yerine getirerek gerçekleştirdiler. İslam’ın ilk yüzyıllarının Müslümanları, kendi zamanlarının gerçekliğini bütünlüklü olarak algılamaya çalışan evrensel bir perspektif inşa ettiler. İslam, Müslümanlara, insanı ve dünyayı bütün boyutları içerecek şekilde kavrama yeteneği kazandırdı. Bu nedenle de, her Müslüman, hayata, dünyaya, tarihe, evrensel bir zihinle, ahlak ve vicdanla katıldı. İslami dünya görüşü, bu tür bir zihni/ahlaki/vicdani katılımı zorunlu görüyordu.
Evrensel İslami zihin, İslami bilinçle İslami varoluş arasında vazgeçilemez bir bütünlük oluşturarak, İslami tercihi ve yürüyüşü büyük bir bilinç hareketine dönüştürdü. İslami bilincin daha çok içeriden kaynaklanan nedenlerle dumura uğratılması, içe/yerele/geçmişe kapatılmasıyla birlikte, İslam’ın/Müslümanların küresel yolculukları/yürüyüşleri ve misyonları sona erdi. Bu nedenledir ki, modern zamanlar boyunca, İslami inançlarımızı, düşüncelerimizi, kültürlerimizi sınır ötesine taşıyamıyoruz. İslami ilke/ölçüt ve anlamların evrenselliğini resmi sınırlara hapsediyor, resmi çıkarlar doğrultusunda ve ihtiyaç duyulduğunda kullanıyoruz.
İslam’ın/Müslümanların küresel misyon ve yolculukları sona erince, Batı uygarlığı değerleri/referansları temelinde şekillenen seküler dünya görüşü, evrensellik tekelini eline geçirdi. Sözünü ettiğimiz dünya görüşünün evrenselliği, emperyalizmin ve sömürgeciliğin maskesi olarak kullanıldı. Her kültürden insanların, düşünce ve kültür hareketlerinin, birbirlerine karşı ahlaki sorumluluklarını yerine getirmeleri halinde, evrenselliğin gerçek olabileceği hususu, hiç bir zaman dikkate alınmadı. Bir kültürün ya da toplumun, diğer kültür ya da toplumlara karşı ilgisizliği/kayıtsızlığı, ilgili toplumların ahlaki sorunlarla malûl olduklarını gösterir.
Evrensellik tekelini eline geçiren Batı uygarlığı, her kültürün, her uygarlığın insanlığın dünyasına kazandırabileceği evrensel anlamlar/değerler olabileceği gerçeğini reddederek, batılı paradigmaları bütün dünyaya güç yoluyla dayattı. İslam dünyası halklarının/toplumlarının bilincinin, seküler paradigmalar-epistemoloji yoluyla sömürgeleştirilebildiği zamanlardan bu yana, Müslümanlar olarak, İslami düşünce/kültür/ilahiyat/bilim hayatı olarak, İslami bilginin, dünya görüşünün, hayat tarzının bütüncül anlamda, İslami paradigmalar temelinde özgürlüğünün nasıl mümkün olabileceğini, kurgusal bağlamda dahi düşünmeye cesaret edemiyoruz. İslami temel ölçütler, ilkeler, yasalar ve dünya görüşü temelinde bir toplumun nasıl tasavvur edilebileceğine ilişkin hiçbir kadro çalışması yapılmıyor.
Sömürgecilik yoluyla dayatılan ve evrenselleştirilen bir modelin, şiddete dayalı tarihine, kirli ve kanlı siciline rağmen, egemenliğini ve kötülüklerini sürdürmesi, sürdürebilmesi konusunda tarihsel çözümlemeler, hesaplaşmalar, sorgulamalar yapmamız gerekirken bunları yapamıyor, sömürgeci-ırkçı ufku aşan bir modelin imkânları üzerinde yoğunlaşmıyoruz. Ontolojik meşruiyeti/otoritesi/iktidarı, belirleyici paradigması, referansları ve kavramları seküler ontolojik-epistemolojik emperyalizm tarafından reddedilen aziz İslam’ın ve aziz Kur’an’ın reddeilen meşruiyetini, otoritesini ve iktidarını yeniden nasıl kazanabileceğini konuşmak ve bu doğrultuda çok yönlü, çok boyutlu çabalar harcamak gerekirken, meşruiyeti/otoritesi ve iktidarı tanınmayan İslam ve Kur’an’ı yerel-geleneksel-milli bir maneviyatçılığa indirgeyerek, her tür iktidar için araçsallaştırarak istismar etmeyi sürdürüyoruz.
Müslümanların, İslami bilginin, İslami dünya görüşünün özgürlüğünü tanımayan emperyalist dünyanın özgürlük anlayışının/yaklaşımının sınırları içerisinde kalarak kendilerine sembolik özgürlük alanları açmaya çalışmaları, entelektüel/zihinsel bağımsızlığımızı bütünüyle yitirdiğimizi gösterir.
Bütünüyle kaybettiğimiz entelektüel-zihinsel-felsefi bağımsızlığımızı yeniden kazanabilmek için, evrensel zihinler-ürünler-kadrolar yetiştirmemiz gerekirken, çok gösterişli, ölçüsüz, abartılı, mutantan, manipülatif bir söylemle, bilinç yanılsamalarıyla dolu bir dille, sınırsız bir popülizm üretiyor, milliyetçi bir retorik yoluyla yeni bir tarih yazmakta olduğumuzu iddia edebiliyoruz.
Çıkarlar-ihtiraslar dünyası ile varoluşsal ilkeler dünyası arasında çok büyük bir çatışma yaşanıyor. Hayatın tüm alanları, çıkar-hesap mülahazaları ile parasallaştırılıyor. Hayatımızı bütünüyle kapitalist-seküler-liberal politikalar, kavramlar ve kurumlar belirlediği halde; hiçbir alanda hiçbir inşaya ve tartışmaya, kendi sözcüklerimizle, kavramlarımızla katılmadığımız halde; hakim seküler değerler için tehdit teşkil etmeyecek şekilde sembolik bir dinî hayata ikna edildiğimiz halde; kitleler halinde, aydınlarımız/alimlerimiz/derneklerimiz/vakıflarımız/araştırma merkezlerimizle, devlet aklına, ulus-devlet kutsallarına ve milliyetçiliğine katıldığımız halde; hiçbir gerçekliği yansıtmayan bir dille, soyut İslami iddialar serdetmeye devam edebiliyoruz.
Ahlaki ve ilkesel tercihlere yabancılaşmak, kişilik ve irade zaafıyla çok yakından ilgilidir.
Ânın/şimdinin gerçekliğinden bağımsız her geçmiş ve gelecek yaklaşımının sorunlu olduğunu bilmek gerekir. İçerisinde yaşadığımız ânı/zamanı, İslami mânâda anlamlı kılamayan, bu zamanı etkileyemeyen, dönüştüremeyen bir zihniyetin, yarın için yapabileceği hiçbir şey yoktur. Hangi gerekçeye dayalı olursa olsun, millilik retoriğini meşrulaştırmak ve ön plana çıkarmak, özellikle genç kuşakları evrensel zihin-misyon-vizyon yeteneğine/sorumluluğuna yabancılaştırmaktadır.