Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Lviv’deki temasları hem gerçekleşme biçimi hem sonuçları açısından önemliydi, zaten bu nedenle de klişe bir ifade ile tüm dünya tarafından ilgiyle izlendi. Elbette bu ilginin bir sebebi de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye’nin gerçekleşmesi çok zor görünen Tahıl Koridoru Anlaşması’nı İstanbul’da Birleşmiş Milletlerin (BM) de dahil olduğu bir süreç içerisinde kotarabilmesi. Bugüne geldiğimizde riskler azalmasa da koridor anlaşmasının başarıyla işleyeceği ile ilgili güvenin arttığını görüyoruz. Böylece küresel yönetişim yani BM sistemi, kendisinden kaynaklanan tıkanıklıkları, kriz yönetimi söz konusu olduğunda Türkiye’nin yürüttüğü diplomasi üzerinden aşabilme şansını yakaladı. Lviv’deki görüşmelere BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in katılımı, bu noktada tahıl koridoru sorunu çerçevesinde görünürlük kazanan “İstanbul ruhu”nun, Ukrayna-Rusya çatışması merkezli başka krizlerin yönetimi için de kullanılmak istendiğini gösteriyor. Gerçekten de Erdoğan Ukrayna’ya uçarken pek çok kişinin zihninde Zaporojye Nükleer Santrali’nden (ZNS) kaynaklı korkuların yine Ankara’nın yardımı ile giderilme ihtimali vardı.
Bilindiği üzere Avrupa’nın en büyük nükleer santrallerinden biri olan ZNS, güney Ukrayna’da yaklaşık 5 aydır Rus kuvvetlerinin kontrolünde. ZNS etrafında askeri kontrol sağlanırken reaktörlerin ateş altında kalması Rusya-Ukrayna Savaşı’nın daha başlangıç aşamasında nükleer bir korkuya neden olmuştu, ayrıca kimi zaman nükleer şantaj stratejisinin bu savaşın bir parçası olduğu açık.
Moskova, ZNS ve çevresinin askerden arındırılmış bölge (DMZ) ilan edilmesi ile ilgili BM önerisini, ZNS’ye yönelik terör saldırısı beklediği ve santralin Rus askeri kuvvetlerince korunması gerektiği iddiası üzerinden reddediyor. ZNS ile ilgili endişeler sadece reaktörlere yönelik kimden geldiği belli olmayan saldırılarla ilgili değil. Zaman zaman ZNS’yi kontrol eden Rus yetkililer saldırı tehdidi olduğunu söyleyerek santralde görevli personelin çalışma düzenini bozuyor, dolayısıyla “santral uluslararası standartlara uygun işletiliyor mu?” ve “nükleer sızıntı ile ilgili bir risk var mı?” soruları havalarda uçuyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) denetimi mümkün mü, isteniyor mu; bu da bir muamma. Rusya IAEA’nın santrali denetleyebileceğini ama BM’nin denetime engel olduğunu söylüyor, BM IAEA’ya karışamayacaklarını ama ZNS çevresi askerden arındırılmadığı için güvenli olmadığını iddia ediyor. Sonuçta BM, Ukrayna ve Rusya topu hem sorumluluk hem suçlamalar açısından birbirlerine atıyorlar.
Avrupa kamuoyu hala Çernobil felaketinin gölgesi altında yaşadığından, top üç taraf arasında dönerken -niyet edilmese de- bir nükleer felaketin önünün açılabileceği düşünülüyor. AB, tahıl krizinde olduğu gibi bu konuda da sadece endişelenen ama bir şey yapamayan taraf olarak kaldı. Kısaca endişe büyük, korku gerçek ama taraflar arasında sorunu yönetmek üzere güven tesisine yönelik adım atabilecek küresel kurum ve AB gibi bölgesel aktörler oyunun dışında kalmış görünüyor. Tahıl koridoru anlaşmasının işlemesi, Putin ve Zelenskiy’nin Türkiye’ye güven duyduklarını ifade etmeleri, BM’nin tahıl koridoru sürecinin parçası olması benzer bir iş birliği modeli burada da oluşur mu ümidinin yeşermesine neden oldu. Dahası bu ziyaretinde Erdoğan yeni bir Çernobil felaketi yaşamayı arzu etmediklerini, Ukrayna ziyareti sonrası ZNS ile ilgili olarak Putin ile görüşeceğini söyleyerek savaş süredursun diplomasiye ve kriz yönetimine uygun zemin olduğunu hatırlattı. Zeminin uygunluğu konusunda ümitvâr olmamıza neden olan iki husus daha var ve bu hususlar Erdoğan’ın son ziyaretinde daha da görünür hale geldi…
Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Soçi ziyaretinde Putin Avrupalıların Türkiye’ye minnettar olması gerektiğini ifade ettiği konuşmasında, Erdoğan ve Türkiye’nin Rusya-Ukrayna arasında diplomasi trafiği yürütmesinden memnun olduğunu da ima etmiş oldu. Sonuçta Rusya elinde eskalasyon araçları tutarken diplomatik olarak izole edilmesinin mümkün olmadığını biliyor. Ama Avrupa ve AB gerekli diplomatik hattı oluşturamayacak şekilde çatışmaların görünmez tarafı oldu. ABD, zaten Ukrayna’da bir vekalet savaşı veriyor ve şimdilik ABD’den kendi pozisyonunu değiştirmesini beklemek mümkün değil. Dünyanın öteki güçleri savaş sahnesinin, bölgenin dışında ve uzağında olacakları temkinle seyrediyorlar. Bu ortamda Türkiye olmazsa Rusya ve Ukrayna arasında, ileride belki Avrupa ve Rusya arasında işlevsel gerekli diplomatik kriz yönetme araçlarını temin edebilecek bir aktör olmayacak. Guterres bunun farkında, Erdoğan bunun farkında ve Putin de bunun farkında…
Türkiye’nin Lviv ziyareti, Soçi’nin hemen arkasından Ankara’nın Ukrayna-Rusya Savaş’ı bağlamında sürdürdüğü geleneksel denge politikasının da bir gereğiydi. Rusya ile Türkiye kompartman stratejisi çerçevesinde, savaşa rağmen iş birliklerini geliştirebileceklerini Soçi’de gösterdiler. Son ziyaretle de Ankara, Rusya ile ilişkilere rağmen Ukrayna siyasetini (Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü tanımayı) sürdüreceğini gösterdi. Türkiye’nin Ukrayna siyaseti Rusya’ya karşı Karadeniz’de bir denge siyaseti olarak Kırım’ın ilhakı sonrası görünürlük kazanmış, Ukrayna Türkiye’nin stratejik olarak var olduğu bir alan olmuştu. 2022’de savaş başladığında bu alan savaş sahası olduğundan Türkiye’ye kapanacak mı sorusu sorulmuştu, daha sonra Türkiye’nin denge politikası Ukrayna’yı tatmin eder mi sorusu soruldu. Soçi sonrası Lviv’de Ukrayna altyapısının ayağa kaldırılması konusunda Kiev ve Ankara arasında imzaların atılması bu bağlamda önemli. İnşaat sektörü ve çatışma sonrası yeniden yapılandırma deneyimi söz konusu olduğunda gözlerin Türkiye’ye dönmesi doğal ama bu imzanın siyasal bir anlamı olduğunu da kabul etmeliyiz: Bu bize Türkiye’nin -savaşı körükleyen taraf olmadan- Ukrayna’da stratejik olarak var olmaya devam edeceğini gösteriyor…