Kemal Tahir hayatından çalınan 13 yıl için devleti suçlamaz, bu uzun mahpusluğu şahsiyetine bir elbise olarak asla giydirmez. Memleketinden kaçmayı ve başka göklerde başka şarkılar söylemeyi reddeder. Yine kendi tabiriyle “geberesiye sevdiği” kendi insanının dramından, kendi dilinin derinliğinden, kendi bayrağının gölgesinden uzaklaşmayı aklına bile getirmez.
Edebiyatımızın en güçlü kalemlerinden Kemal Tahir’in ölüm yıl dönümünü vesile kılarak dünümüzü, bugünümüzü ve yarınımızı anlama çabasıyla bir metin kaleme almak istedim. Zira Tahir’in edebi serüveninin aynı zamanda sosyolojik ve siyasal tarihimizi de kuşatacak bir kapsama sahip olduğunu düşünüyorum.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşen askeri darbeye kadar “Türkiye’nin varlığını nasıl ve ne yönde devam ettireceği” sorusunun yürürlükte olduğu bir iklime sahipti. Türkiye üzerine tezlerin ve doktrin savaşlarının nispi bir canlılık verdiği, kuruluştan kurtuluşa doğru gitmenin teorik, makam ve sermaye sahipleri için ise statükoyu korumanın pratik metotlarının uygulama alanı bulduğu bir dönem yaşandı.
27 Mayıs’tan sonra ise yollar çatallandı, istikamet labirente tevdi edildi. Kuyruklar birbirine değdi, kimlikler başka kimliklere karıştı. Bugün son derece muhafazakâr reflekslere sahip olmanın yanı sıra statükoyu korumak, oligarşik dengeleri tutmak ve hâkim sermayenin devamlılığı gibi misyonları üstlenen CHP, solun çatı partisi olarak ortak bir kabule sahipse bu sosyolojik çıktının kökenine bakmak gerektir. Bu kabul, sadece Erdoğan nefreti üzerine inşa edilerek ortaya çıkmış olamaz. CHP, asla bir araya gelemeyecekleri bir araya getiren bir tutkala dönüşebiliyorsa bunun sebeplerini kültür ve düşünce tarihi içinde bulabiliriz. “Yol Ayrımı” denebilecek şeylere dikkat kesilmek, kritik tercihlerin ortaya çıkardığı yeni yaklaşımları incelemek şart. Bu sebeple yeterince ışık tutmadığımız sol hareketlerin cemaziyülevvelini anlamak, neden-sonuç ilişkisini doğru kuramadığımız birçok politik meselede yol gösterici olacaktır.
KEMAL TAHİR’İ ANLAMAK
“Türkiye’nin varlığını nasıl devam ettireceği” sorusunun doğurduğu düşünce iklimi yeniden Osmanlıların deneyimlerini anlama ihtiyacını beraberinde getirdi bazı aydınlarımız için. Sencer Divitçioğlu’ndan İdris Küçükömer’e ve nihayet Kemal Tahir’e kadar bu eksende süren tartışmalar devlet ve toplum arasındaki ilişkileri anlamanın, sınıfların mevcudiyeti üzerinden teşkil edilen batılı kuramlar çerçevesinde mümkün olamayacağı ekseninde dönüyordu. Bu farkındalık Anadolu’yu tanımlamak, imparatorluk zihninin çıktılarını ve çöküşün getirdiği bunalımı hesaba katmak, yarınlar için bize ait bir zemin bulabilmek kaygısı taşıyordu. Bu kaygıların ne kadar kıymetli olduğunu ilerleyen yıllarda çok daha iyi anlayacaktık. Bu noktada Kemal Tahir’in serüveninin bize söyleyeceği çok şey olacağı kanaatindeyim.
Kemal Tahir’in annesi saraya mensup, babası ise Sultan Hamid’in hususi marangozudur. Kendisi ise imparatorluğun yıkılış döneminin çocuğudur. Yıkılışı bizzat ve derinden yaşamış, o nedenle bu yangına, mustarip bir aydın olarak çare aramıştır ömrü boyunca. Onun fırtınalı hayatı bize Türk Solunun macerasını da anlatır bir yanıyla. Önce solun en önemli ve rejim tarafından en tehlikeli ideologlarından biri olarak kabul edilip yıllarca hapis yatar, akabinde müstakil bir karakter olarak büyük saygı görürken, yerli duruşu, çareyi bu topraklarda araması, sürekli sorgulaması, manipüle edilememesi ile bir fikir linçine uğrar. Oysa siyaseti ve düşünce dünyasını onun kadar derinden etkileyebilen bir edebiyatçı cumhuriyet tarihinde nadiren görülmüştür.
“ANADAN DOĞMA BİR KÖR GİBİYİM”
Geçit dergisi serüveni ve bu dergi etrafında gelişen ilişkilere dair aktarılan anekdotlardan anladığımız kadarıyla Kemal Tahir’in Marksist ilgilerinin oluşması 1930’lu yıllara rastlar. Bu dönemde kurduğu ilişkiler ve okuduğu metinler onun zihninde sayısız pencere açar. Bunu bir dönem evli kaldığı eski eşi Fatma İrfan’a yazdığı şu satırlardan anlamak mümkün:
“Yarım yırtık bilgili kafama birçok kocaman meseleler yığdılar. Kant, Dekart, Engels, hatta Marks bomboş kafamda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, Liberalizm, Komünizm, Bolşevizm, Faşizm, Hitlerizm, Emperyalizm fır dönüyor etrafımda. Gözleri yeni açılan, anadan doğma bir kör gibiyim.”
İmparatorluk kültürüne doğan, kendi deyimiyle “tepesinde aralıksız çatırdayan” o imparatorluğun sağır edici ve kederli sesi ile hayata ilk adımlarını atan bir neslin temsilcisiydi Kemal Tahir. Bu durum eserlerine de yansır ve “Yeni kuşaklar bizi ölçüp biçerken, kocaman bir imparatorluğun tepemizde aralıksız çatırdadığını hiç akıllarından çıkarmasınlar” der. Birçok büyük yazar gibi birden fazla döneme hitap eder o. Önce muhatapları kendi kuşaklarıdır sonra ise gelecek kuşaklara sorular, cevaplar ve yanılgılar bırakırlar. Bunların bizlere sağlayacağı faydaları göz ardı etmemiz lazım. Siyasal ve sosyolojik deneyimleri, kuru bilgiler, genel geçer analizler ve ideolojik kalıplarla anlamak yerine, edebiyatın içinde tuttuğu yerden ele almanın zenginliği, çağımızı anlamlandırmak için elzemdir. Yani bizler şu anda Kemal Tahir ve onun gibi isimlerin ikincil muhatapları olarak bu farkındalıkla söz alıyoruz.
Meşhur Donanma Davası neticesinde kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali kitapları verdiği için mahkûm olur. Yani bugün marketlerde bile bulabileceğiniz Kuyucaklı Yusuf ya da Kürk Mantolu Madonna gibi kitapları, okuması için donanma mensubu kardeşine vermesi suçundan yıllarını hapishanede geçirecektir artık. Bugünden bakınca insanın idrakini ne kadar zorlayan bir durum. Aynı davada Hikmet Kıvılcımlı, Nazım Hikmet gibi isimler de farklı suçlamalarla benzer bir akıbete uğrarlar. Böylece 1950’ye kadar süren uzun bir mahpusluk dönemi başlar.
GERÇEĞİN ÇÖLÜNDE NEFES ALDI
Türkiye’nin yoksul ve yalnız olduğu yıllardır. Ülkede yaşam koşulları ağırdır lakin hapishanelerde çok daha ağır bir durum vardır. Tahir, çileli yıllar geçirir. Fakat Anadolu insanını tanıma fırsatı bulur. Onu felakete sürükleyen, mahpus damlarına düşüren toplumsal yozlaşma, yoksulluk, yıllarca ihmal edilen ve kaderine terk edilen insanların dramına en yakından şahit olur. Gerçekçilikten hiç taviz vermeden, önce gerçeğin çölünde nefes alabilmenin cesaretini göstererek yazmaya başlar. Bu dayanılmaz yoksulluk nasıl olmuş, dağılmış bir imparatorluğun bu sahipsiz çocukları neden bu duruma düşmüştür? Çürüme ne zaman başlamış ve vücudu ne kadar sarmıştır? Ağır sorulardır bunlar. Yüzleşmenin kolay olmayacağı gerçeklerdir. Toz pembe bir yalanın içinde yaşamayı reddeder. Elbette bunun sonuçları olacaktır.
Mahpusluk yetmez. Genel afla çıktıktan sonra artık sakıncalı bir adamdır o. Kimse iş vermez, eski ahbaplar bir selamı esirgerler korkudan. Buna rağmen kalemine güvenir ve takma isimlerle tefrikalar, polisiyeler yazar ekmeğini çıkarır. Bu memleketten kaçmayı ve başka göklerde başka şarkılar söylemeyi reddeder. Yine kendi tabiriyle “geberesiye sevdiği” kendi insanının dramından, kendi dilinin derinliğinden, kendi bayrağının gölgesinden uzaklaşmayı aklına bile getirmez. Hayatından çalınan 13 yıl için devleti bile suçlamaz, bu uzun mahpusluğu şahsiyetine bir elbise olarak asla giydirmez.
TÜRK SOLU’NA MESAFELİ DURUŞ
1950’li yılların sonunda, özellikle Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin antitezi olduğu düşünülen Rahmet Yolları Kesti adlı romanıyla başladı Tahir’in sol ile yol ayrımı. Aslında dikkatli bakıldığında ilk eserlerinde de toplumsal iktidar ilişkilerini klasik Marksist doktrin üzerinden okumuyordu zaten. Ahlaki yozlaşmanın, toplumsal sorunların ve bireysel dramların, iktidar ilişkilerinin dinamiklerinin temelini teşkil ettiği metinler yazdı. Fakat “kökü dışarıdaki paradigmalarda” olan popülist sol hareketlere mesafeli duruşu iyice görünür hale geldi Rahmet Yolları Kesti ile.
Türk solunun sınıflarla ilgili batılı Marksist doktrinden elde ettiği bazı kalıplara karşı ciddi itirazları vardı Kemal Tahir’in. Hayali, gerçeklikle bir bağı olmayan kahramanları karikatürize etmesi onu iyice sakıncalı bir adam haline getirdi.
EŞKIYA MI, KERİM DEVLET Mİ?
“Batı’nın sınıflı toplumlarını ortaya çıkaran tarihsel süreçlerin, coğrafi durumların, kültürel etkilerin geçerli olmadığı, bambaşka iktidar ilişkilerinin cari olduğu topraklarda yaşadığımızı belki de en erken o kavradı. Bu durumda rol paylaşımının belli arketipler üzerinden kurgulandığı bu batılı hikayelerin, hedeflerin, tanımlama ve analiz çabalarının bizim ile ne alakası vardı? “
Gökhan Topluk, bir makalesinde çok güzel ifade eder bu durumu; “Kemal Tahir, eşkıyalara duyulan hayranlığı Yaşar Kemal gibi toplumun iyiye ve güzele, adalete ve insanca yaşama olan özleminde aramaz. Onun için eşkıyaya duyulan hayranlık mevcut sömürü düzeni içerisinde kıvranan mazlumların bir kurtarıcı ümidi karşısında kapıldıkları özlemin değil, bilakis doğrudan cemiyete dair ahlaki bir zafiyetin göstergesidir. Zira eşkıya eşkıyadır ve ahlaki yozlaşmanın silah gücüyle en şiddetli bir biçimde ortaya çıkması demektir. Öte yandan Kemal Tahir’in eşkıyalığa menfi bakışının bir sebebini de “devlet” mefhumunun Anadolu insanının varoluş hikayesinde oynadığı rolde aramak yanlış olmaz.”
PKK İLE KURULAN İLİŞKİNİN NÜVELERİ
Kırlardan şehirleri kuşatma gibi popüler söylem ve örgütlenme motivasyonlarının kaynağında yer alan eşkıyalık mefhumuna karşı güçlü bir karşı çıkışın ona ne kadar düşman kazandırmış olabileceğini varın hesap edin.
İşte tam burası, günümüzde DEM-PKK ile solun kurduğu romantik, pratik ve derin ilişkinin de ilk nüveleridir. Metropollerde ise bu, DHKP-C ile tahkim edilmiştir. Sol kendi içinde “beyaz bir zümre” yaratmayı ihmal etmezken, ekseriyetle Kemalist olan bu zümrenin çok rahatlıkla DEM ile aynı siyasi çizgide buluşabilmesi tesadüf değildir.
Ciddi bir etki alanı olmasına rağmen Tahir ve çevresi hızla yalnızlaştırılmıştır. Türk toplumun dinamiklerini, tarihsel süreçlerin içinde okuma, yüzlerce yıllık yaşam deneyiminin, devlet ve toplum olma süreçlerinin batılı toplumların bunalımları sonucu ortaya çıkan ideolojiler ve kuramlarla değil toprağın ve coğrafyanın hakikatiyle anlama çabası bugün de meselemizdir. Zira sol gelenek yıllar içinde, köksüz, devletin meşruiyet zeminini kabul etmeyen, tarihten arındırılmış multi kültürel bir new age ideolojisine dönüşmüştür artık.
EN KOYU YALNIZLIK
Devlet Ana ile uzun yıllar sürdürdüğü, sorular sorup cevaplar aldığı, yanılıp yeni baştan başladığı tarihsel hakikatimizi arama çabasının en büyük meyvesini alır. Dede Korkut’un nefesini, cönklerde atan Türkçenin kalbini roman gibi batılı bir anlatım formunun içinde yaşatmayı başarır. İki ayrı dünyanın, yani doğu ile batının, farklı anlam değer küreleri içinde olduğunu, bu gerçeklik içinde geleceğe dair bir çıkış bulabileceğimizi gösteren bu metin Kemal Tahir için artık yalnızlığın da en koyusu haline gelecektir. Bu yalnızlık biçimleri Tahir’e özgü olmayacaktır elbette. Bu milletle gerçek ilgiler kurmanın birçok yolu vardır. Kemal Tahir bu yollardan bazılarını kat etmiştir. Başka değerli yazar ve aydınlarımız da farklı yollar ile bu milletin dünya serüvenini anlama yolunda ilerlemiştir. Neticede hepsi aynı yalnızlığı paylaştılar. Bu da bizim dramımızdır işte…
YENİ BİR SOL MÜMKÜN MÜ?
Bugüne gelirsek 80 darbesi sonrası yükselen İngiliz tipi liberal sol ile birlikte tartışma başlıkları ve konuları da hızla değişmeye başlar. Bu değişim ile birlikte öne çıkan modern kent yalnızlıkları, sekülerizmin kutsanması, şiddetin meşrulaştırılması, mezhep temelli fraksiyonların söylemleri ve nihayet cinsiyet politikaları ile bugünlere, bilhassa kültür endüstrisinin çarklarının da dönüşü ile geliriz.
Şimdi karşımızda iktisadi bir teklifi ve derdi olmayan, milli hiçbir unsur taşımayan, hedonist, küreselci ve tarihten arındırılmış bir sol kitle var. Bu kitlenin CHP çatısı altında her türlü ittifaka girmesi, sosyolojik olarak birlikteliği imkânsız gibi görünen tabanların yukarıdan kolayca birleştirilmesine sebep olmuştur. Bunun sebeplerini Türk solunun yaşadığı değişimlerde aramak bizi de Türk solunu da meselenin kökenine götürecektir.
“O köken neresidir?” Türk solunun samimiyetle cevap vermesi gereken, ama cevabı ısrarla yanlış yerde aradığı asıl fasit dairesi burasıdır. Belki de cevap Kemal Tahir’in de bir ömür aradığı “Türkiye’nin ruhu”ndadır.