Anne iş insanı; memur veya kendi sosyal ilişkilerini bireysel olarak devam ettiren toplumsal bir özne de olsa, öncelikle annedir. Çünkü annelik devredilen, emekli olunan, ya da bırakılan bir kurum değildir. Bugün kent yaşamında birçok kadın kendisini salt anne olarak tanımlamaz, ya da annelik vasfını evlat, çalışan, arkadaş, eş rollerinin yanına ekler. Halbuki annelik çoğu zaman bu sıfatlardan bağımsız olarak kapsayıcı ve yaygın bir deneyim niteliğini haizdir.
SÜHAN AKBEGÜM - ARAŞTIRMACI
Her yüzyılın koşullarıyla beraber oluşturduğu bir toplum ve insan profili vardır. Bu ciddi bir genelleme ama kendi çevremize baktığımızda, özellikle globalleşen dünyada çağımız insanının profiliyle ilgili rahatlıkla konuşabiliriz. Genellemelerin elbette yanlışlıkları olabilir, ama bu topyekûn yanlış olacakları anlamına gelmez; çünkü kategorize etmek her zaman daha kolay düşünmeyi sağlar (yanlış bile olsa). Bir genellemeyle başlarsak, içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl sadece tüm üretim ilişkilerinin tüketim ağlarının içinde kaybolduğu, “endüstrileştiği” bir yüzyıl değil, aynı zamanda imgelerin dolaşımının ve enformasyonla beraber rollerimizin bile endüstrileştiği bir yüzyıl olarak gözümüze çarpar. Hiper-modern dönemin, gerçeği fragmanlara bölerek bize yalnızca “parçalanmış gerçeklikler” sunduğu bir dünyada, bu işleyişten yaşantımızdaki tüm olası deneyimler de nasibini almıştır.
Deneyim denince en kritik, insanı en çok dönüştüren deneyimi çocuk sahibi olmak olarak düşünsek, herhalde yanılmayız. Özellikle kadınların (biyolojik indirgemecilikten bağımsız) annelik eşiğiyle yaşadıkları değişim üzerinde durmaya değer bir yakın okuma istiyor. Şüphesiz bu geniş konu bir metinle ele alınamaz. Ama okurla birlikte düşünmek açısından yazının zihinsel rotasını bu minvalde yoğunlaştıracağım.
ANNE – BEBEK UYUMU
Doğum sonrası yeni yaşam düzenini anlama çabası, annenin bebeğin ihtiyaçlarıyla uyumu ve annenin “anne” kavramının içsel temsiline sağladığı adaptasyon bebeği sağlıklı yönde etkiler. Çocuk psikolojisi çalışmalarıyla tanınan Psikanalist Donald Winnicott’dan bir alıntı yaparsak “Bebek diye bir şey yoktur” der. Çünkü ona göre bebek yoktur; bebek-anne çifti vardır. Bebeği ayrı bir parça olarak görmeden, onu annenin bir uzantısı olarak tasavvur eden bu düşünce bebeğin, anneyle kurduğu sağlıklı ilişkinin, dünyayla kurduğu sağlıklı ilişkilerin önkoşulu olduğunu ifade eder. Anneyle olan bu varlık-uzantısı bağın, anneden dışsallaşma sürecinin insanın tüm yaşamını etkilemesi anneliği feminist teori-seküler bilinç hususlarında da dikotomik bir konuma yerleştirmektedir çoğunlukla. Yukarıda bahsettiğim hiper-modern dönemin parçalı yapısı sebeptir bu çelişkili yere. Burada benim izlencem de; feminist okumaları markaja almadan anneliği hiper-modern bağlamda okumak.
Her ne kadar “opting out” gibi, gelir düzeyi yüksek kadınların iş hayatını bırakması benzeri akımlar görünür olsa da (sebep kendini ve çocuğu yetiştirmek mi yoksa gelir seviyesi yüksek olduğu için evlenince kendini parti/lansman/organizasyon annesi ilan etmesi midir bilinmez) bir yandan da iş hayatını eskisi gibi devam ettirmek isteyen ya da bebeği kariyeri için erteleyen veya bebeği büyükanne ya da bakıcı gibi ikincil bağlanma kişilerine emanet eden kadınların sayısı da azımsanmayacak kadar fazla. Bu iki temsil ve annelik fikrine çok daha farklı bir perspektifle yaklaşan, burada sayamayacağım daha birçok kadın profili haklı olarak kendi önyargılarını, kendi ön kabullerini oluşturuyorlar. Fakat çatışmanın başladığı meselenin, “anne ve bebeği parçalanmış iki gerçeklik olarak tasavvur etmek” olduğu vurgusunu gözden kaçırıyorlar. Bu ayrı ayrı ele alınan iki parçayı birlikte düşünebilmek için bağlanma teorisinden söz etmek gerekiyor.
BAĞLANMANIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Günümüzde özgürlüğün köksüzlük kavramıyla yer değiştirmesi; yani özgür olmanın bağsız olmayı işaret ettiğinin zannedilmesi, modern insanı deprese eden bir kavram kargaşası olarak gelir önümüze. Halbuki bağlar, bizi hayata bağlayan yaşam damarlarımızdır. Yetişkin insanlar gibi bebekler de güven süreci dolayımıyla kurgulanan bu bağlarla hayatta kalabilir ancak. “Bağlanma, bir birey ile diğeri arasındaki uzun süreli duygusal bağdır.” Bu yüzden her buluşma emniyet hissi verir ve her ayrılma bir endişe duygusunu peşinde getirir bebek için. Birincil bağlanma ilişkilerine duyulan bu ihtiyaç, onun verdiği güven duygusunun uzantısı olma ve ondan ayrılma deneyimlerini bebeğin ilk olarak anneyle yaşaması anneliği daha başka düşündürür bize.
Anne iş insanı; memur veya kendi sosyal ilişkilerini bireysel olarak devam ettiren toplumsal bir özne de olsa, öncelikle annedir. Çünkü annelik devredilen, emekli olunan, ya da bırakılan bir kurum değildir. Doğumdan ölüme kadar, bebek yetişkin olsa bile anne “annelikten” emekli olmaz. Yaşam devam ettikçe bağlar devam eder. Bugün kent yaşamında birçok kadın kendisini salt anne olarak tanımlamaz, ya da annelik vasfını evlat, çalışan, arkadaş, eş rollerinin yanına ekler. Halbuki annelik çoğu zaman bu sıfatlardan bağımsız olarak kapsayıcı ve yaygın bir deneyim niteliğini haizdir. Kendisini anne olarak tanıtmasa bile hep annedir ve bu “hep anne olmaklığın” da yorucu, daraltıcı pürüzleri var gibidir. Tam bu noktada bağ ile bağımlılığın farkını ayırt ederiz.
Bağlanmak, yukarıda da yazdığı gibi özgür hissettiren ve güven duygusu veren insan ilişkilerini kastederken, bağımlılık anne için de çocuğu için de sınırlı bir diyalog duygusudur daha çok. “Annenin çocuğuna duyduğu aşk ne kadar güçlüyse, o kadar da onun özgürleşmesini diler ve bunun için çabalar. Ama aynı zamanda bu süreç kendisini de özgürleştirir.” Yani annenin çocukla bağı onu sınırlamayla, kendine mahkum etmeyle veya ona mahkum olmayla değil, bilakis bağımlılık duygusundan sıyrılmayla başlar. Bağımlılığın ya da parçalanmışlığın olduğu yerde derinlikli sevgiden ve sağaltıcı kavrayıştan söz edilemez çünkü. O yüzden bağlılık, aidiyet ve derinlikli iletişim, sağlıklı bireylerin yetişmesindeki en önemli faktörlerdendir ve aidiyet; kişinin kimlik inşası özelinde annelik, “insan mimarlığı” gibi tam zamanlı bir kariyerdir.