Paris yakınındaki Nanterre’de 27 Haziran 2023 günü, 17 yaşındaki Nahel Marzouk’un, polisin durması yönündeki ihtarlara uymadığı gerekçesiyle aracında vurularak öldürülmesi tüm dünyanın yakından izlediği bir trajedinin başlangıcı oldu. 2005 yılında yine Paris yakınlarındaki Clichy-sous-Bois semtinde polisin kendilerini gözaltına almasından korkan 3 genç bir trafoya saklanmış ve bu gençlerden ikisi yanarak yaşamlarını yitirmişti. 18 yıl önceki bu olayın ardından olduğu gibi Marzouk’un da polisten kaçarken yaşamını yitirmesi ülke geneline yayılan polis şiddeti, yağma, kundaklama ve vandallık vakalarını tetikledi.
Fas ve Cezayir kökenli bir ebeveynin çocuğu olan Nahel Marzouk’un polis kurşunu ile yaşamını yitirmesini takiben yaşanan olaylar, sosyal medyanın da etkisiyle 2005 yılındakinden daha ileri boyutlara ulaştı. Ortaya çıkan manzaralar Türkiye gibi düzensiz göç hareketlerinden etkilenen ülkelerde iki soruyu gündeme getirdi:
Bu olaylar Türkiye’de yaşanabilir mi?
Fransa’daki olayların Avrupa geneline yayılma ihtimali var mı? Bir “Avrupa Baharı”ndan söz edilebilir mi?
Bu iki soruyu gündeme getirenler ekseriyetle her iki soruya da “evet” yanıtını verme eğilimindeler. Ancak her ülkenin düzensiz göçle mücadele konusunda yürüttükleri kendilerine özgü politikaları bulunduğunu ve Fransa’daki sorunun tarihsel kökeninin çok farklı boyutları olduğunu göz ardı ediyorlar. Fransa’daki vakaya yakından bakacak olursak iki ana grupta faktörlerin etkili olduğu görülüyor. Birincisi; Fransa’yı aşan küresel koşullar, diğeri ise tamamen Fransa’ya özgü koşullar…Bu makalede yerimiz kısıtlı olduğu için konunun ana eksenini Fransa’ya özgü koşullar oluşturacak. Konunun küresel boyutuna ise başlıklar halinde değinmekle yetineceğim.
2020 yılında Belçika ve Hollanda’da olduğu gibi kaos ve kargaşanın yabancı istihbarat servisleri tarafından sosyal medya aracılığıyla beslenmesi, Kovid-19 küresel salgını ile başlayıp Ukrayna-Rusya Savaşı ile devam eden tedarik zincirindeki sorunlara bağlı olarak gıda, göç, enflasyon, enerji krizleri döngülerinden çıkılamaması, gençlerin Kovid-19 salgını süreciyle okullardan uzak kalarak uzaktan eğitim neticesinde ihtiyaç duydukları disiplin ve düzen ortamından mahrum olmaları, günümüz genç kuşaklarının, ebeveynlerinin yaşam tarzları ile toplumda arzu ettikleri refaha ulaşabileceklerine inançlarının olmaması, çalışma yaşamının önemini geri plana atmaları, siyaset yoluyla sorunların çözülebileceğine dair inançlarının kalmaması olayların küresel düzeydeki sebepleri arasında sayılabilir. Şu anda Fransa, kütüphaneler dahil kamu binalarını kundaklamayı, servet sembolü olarak gördükleri araçları ateşe vermeyi, mağazaları yağmalamayı meşru kabul eden yalnızca kalabalık bir genç kitlesi ile değil, bu yağmaya neşeyle katılan “orta sınıf beyaz Fransızlar”la karşı karşıya. Bu manzarada 2008 yılından itibaren küresel ekonomik krizin etkilerini ve “Sarı Yelekliler”in eylem sürecini yönetemeyen hükümetlerin payı da büyük.
Gelelim meselenin tamamen Fransa’ya özgü kısmına. Bu makaleyi kaleme aldığım dakikalarda gelen bir haber tam da anlatmaya hazırlandığım konunun bam teline dokundu.
“Nahel Marzouk’un ölümüne sebep olan ve hakkında soruşturma başlatılan polise destek için başlatılan yardım kampanyasında 1 milyon avrotoplandı.”
Tek başına bu haber dahi, Marzouk’u öldüren anlayışın Fransa’da hatırı sayılır bir halk kitlesi tarafından sahiplenildiğini gösteriyor. Bu sahiplenmeyi anlamak için bakmamız gereken yer ise 1954-1962 yılları arasında yaşanan Cezayir bağımsızlık savaşı.
İkinci Dünya Savaşı’nın öngörülemeyen sonuçlarından birisi de dünya genelinde sömürge yönetimlerinin son bulmasıydı. Ancak Fransa, İngiltere’nin aksine sömürgelerinden vazgeçme konusunda istekli değildi. 1954 yılında Cezayir’de başlayan bağımsızlık mücadelesinin ilk 4 yılı Fransa’da 6 hükümetin düşmesine yol açtı. 1958 yılında Fransa kamuoyu, siyaset ve gerek sivil gerek askeri bürokrasi çevreleri, İkinci Dünya Savaşı kahramanı General de Gaulle’ü göreve çağırdı. Cezayir’de savaşan Fransız subayları, De Gaulle’ün mücadeleye devam edeceğine emindiler ancak evdeki hesapları çarşıya uymadı. Çin Komünist Partisi lideri Mao Zedong’un o yıllarda kendisini ziyaret eden Cezayirli direnişçilere işaret ettiği gibi “Fransa’nın günde 3 milyar Frank harcayarak, 800 bin askerle Cezayir topraklarında savaşması sürdürülebilir bir durum değildi.”
Fransa kamuoyu ise Cezayir’i bırakmaya niyetli değildi. 1830’da Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesine bağlı olarak işgal edilen Cezayir’e Korsika gibi özel bir statü verilmiş ve bu topraklar Fransa ana karasının parçası olarak kabul edilmişti. Hatta 1954 yılında dönemin başbakanı Mendes-France, bir Sovyet nükleer saldırısı ihtimaline karşı Fransız silah sanayiini Cezayir topraklarına taşıyacak planı dahi gündemine almıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Cezayir topraklarındaki Fransız vatandaşlarının sayısı 1 milyona ulaşmış, “Harki” adı verilen Cezayirli Araplar Fransız askerleriyle iş birliği yürütür hale gelmişti. Cezayir topraklarındaki bağımsızlık hareketine karşı acımasız metotlar uygulayan Fransız ordusuna karşı, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi de mücadelesini 1959’dan itibaren Fransız topraklarına taşıdı. Bir yandan Paris çevresinde Cezayir kökenliler faili meçhul cinayetlere kurban giderken, 47 Fransız polisi de 1959-1961 yılları arasındaki misilleme eylemlerinde yaşamını yitirdi. Bu esnada Cezayir’i ve sömürge topraklarını muhafaza edeceği ümidiyle Cumhurbaşkanlığına gelmesi desteklenen Charles de Gaulle’ün farklı planlarının olduğunun anlaşılması yeni bir krizin başlangıcını teşkil etti.
1960 yılı Fransa’da “Afrika Yılı” ilan edilerek 14 Frankofon devlete bağımsızlıkları verildi. Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi ile gizli görüşmeler yaptığının anlaşılması üzerine 1961 yılında Cezayir’deki Fransız subayları kaynaklı bir darbe girişimi yaşandı. Fransa, 1936’da General Franco’nun Fas’tan İspanya’ya geçerek başlattığı iç savaş gibi bir deneyimin, Cezayir’deki Fransız güçlerinin komutanı General Jacques Massu tarafından gerçekleştirilmesinden korktular. Fransız paraşütçülerin Paris’e inerek De Gaulle’ü alaşağı etmesi bekleniyordu ama bu gerçekleşmedi. General Massu, Cezayir’deki görevinden alındı ancak Fransız ordusu yönetimindeki ilerleyişini sürdürdü. 1961 yılının 17 Ekim günü Fransa’daki müesses nizamla Kuzey Afrika kökenliler arasındaki ilişkileri kan davasına dönüştürüp, şiddeti bugünlere kadar taşıyacak bir olay gerçekleşti. 22 bin Kuzey Afrikalı Paris’te barışçı bir eylem için bir araya geldiklerinde polisin saldırısına uğradılar. Bugün dahi bu saldırıda kaç kişinin yaşamını yitirdiğine dair net bir bilgiye ulaşmak mümkün değil. Ancak Fransız polisi eylemcileri yalnızca ateş açarak öldürmekle yetinmedi, bazılarını Seine Nehri’ne atarak boğulmalarına yol açtı. Paris Emniyeti ertesi gün olaylarda “3 kişinin öldüğünü” iddia etti. Farklı kaynaklara göre bu sayı 35 ile 290 arasında değişmekte. Fransa hükümeti ancak 2021 yılında Cumhurbaşkanı Macron tarafından yapılan bir açıklamayla bu şiddet olayındaki sorumluluğunu kabul etti.
1962 yılının başında Fransız hükümeti ile Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi arasındaki müzakereler gizli bir anlaşma ile tamamlandı ve Cezayir bağımsızlığını ilan etti. Ancak trajedi ve tehlikeler son bulmadı. 800 bin Fransız vatandaşı Cezayir’i terk etmek zorunda kaldı. 1970’te 150 bin Fransız vatandaşı daha bunları takip etti. Fransız güvenlik güçleri ile iş birliği yapmış olan “40 bin Harki” de bu göçe katıldı. Bir yandan Fransız ordusu ve Cezayir’in terk edilmesine karşı çıkan sağ kesim, bir yandan da Cezayir’i terk etmek zorunda kalan Fransız vatandaşları kendilerini ihanete uğramış kabul ettiler. Dahası Cezayir’den gelen bu kitleler ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine destek vermiş olan 1950’lerde Kuzey Afrika’dan Fransa’ya gelmiş olan göçmenler günümüze kadar “potansiyel düşman” olarak etiketlenerek, entegrasyonları yönünde bir çaba harcanmadı. Bugün Fransa’da gettolara dönüşmüş banliyölerde polis şiddetine maruz kalan Cezayir, Tunus, Fas kökenli gençlerin büyük çoğunluğunun kökleri işte 1950-1960 yılındaki olaylara şahit olmuş bu göçmenlere dayanıyor.
De Gaulle için ise tehlike son bulmamıştı. 22 Ağustos 1962’de bu defa Cezayir’in Fransa’dan ayrılmasına karşı çıkan ordu içerisinde örgütlenmiş “Organisation Armee Secret-OAS / Silahlı Gizli Örgüt”, de Gaulle ve eşinin içerisinde bulunduğu araca Paris’in Petit-Clamart semtinde ateş açtı. De Gaulle ve eşi saldırıdan yara almadan kurtuldular. Sorumlular yakalanıp hapis cezasına çarptırıldı ancak, 1968’deki öğrenci olayları sırasında Cumhurbaşkanı de Gaulle destek bulabilmek için gizlice Almanya’nın Baden-Baden kentindeki General Jacques Massu komutasındaki Fransız ordusunun karargahına sığınınca OAS mensuplarının kaderi değişti. 5 yıldızlı General Massu, De Gaulle’e ihtiyacı olan desteği verdi ancak OAS’ın cezaevindeki üyeleri serbest bırakıldı.
Uzun sözün kısası, Fransa’da bugün yaşanan olaylara baktığımızda güvenlik kurumları, siyaset ve seçmen kitlesi içerisinde Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıkan OAS’ın mirasının yaşadığını söylemek mümkün. Bu mirasın ciddiyetini 1 Temmuz günü Fransız polis sendikalarının açıklamasındaki şu ifadelerde bulabiliriz.
“Yurttaşların çoğu gibi meslektaşlarımız da şiddet yanlısı azınlıkların zulmüne daha fazla dayanamaz. Hukukun üstünlüğünün mümkün mertebe en kısa sürede yeniden tesisi için tüm imkanlar seferber edilmelidir. Bugün polis çatışıyor çünkü biz savaştayız. Yarınsa direnişte olacağız ve hükümet de bunun farkına varmak zorunda kalacak.”
Cumhurbaşkanı Macron’a yönelik muhtıra niteliğindeki bu ifadelerin yeni bir “1961 Vakası” yaşatması uzak bir ihtimal değil. Hele ki Almanya’da 2022 yılının Aralık ayında ortaya çıkartılan darbeci grubu ve devam eden soruşturmayı dikkate alırsak. Bu şartlar altında 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinin de her zamankinden daha büyük önem kazandığını vurgulamak lazım. İtalya Başbakanı Meloni’nin temsil ettiği popülist sağ, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un liderliğindeki merkez sağı bu seçimde hezimete uğratacak olursa, Avrupa Birliği’nin evrileceği yönü kestirmek kolay olmayacaktır.