Vatan aşkıyla sınanan ve her mısrasında vatan diye inleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin Millî Marşı’nın yazarı Mehmet Akif Ersoy, Rabb’ine “Canımı, bütün varlığımı al ama beni vatanımdan ayırma” diye yalvarmıştı. Onun çok hazin bir hayat öyküsü vardı. Vatanına hasretti, özlüyordu ve yalnızlıkla kavruluyordu. Peki, kimdi Mehmet Akif Ersoy?
Akif, yürekli adamdı. Çünkü o yüreğiyle yaşadı. Yazdıkları her ne kadar lisanen söylense de o eserlerini ne dille ne elle yazmıştır, yürekle yazmıştır. Annesi kökleri Buhara’ya dayanan Tokatlı Emine Şerife Hanım, yavrusu Mehmet’i abdestsiz hiç emzirmediğini belirtmiştir. Babası Arnavutluk kökenli İpekli Mehmet Tahir Efendi müderristi. “Temiz Tahir” diye anılan âlim ve arif bir insandı. 1873’ün Aralık ayında adeta bu Anadolu sentezi içine, Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğmuştu. Babası ona ebced hesabı ile doğumuna denk getirdiği Ragîf ismini mahlas olarak koymuş ama ev halkı ve çevre kullanamayınca zamanla bu isim Akif’e dönüşmüştür.
Babası, elinden tutup İstanbul Fatih Cami’sine mukabele dinlemeye götürdüğünde başlamıştı onun tedrisatı ve gönül yolculuğu. Babasından Arapça da öğrenen Akif, tam dört lisanı (Türkçe, Arapça, Acemce, Fransızca) çok iyi biliyordu. Bir Fransız yazar der ki: “Osmanlılar çocuklarını öğüt vererek değil, örnek olarak ve örnek göstererek yetiştirirlerdi.” Akif, onun en güzel örneklerinden biriydi. Mülkiye Mektebi’ne giderken babasının vefatıyla hayata daha kısa sürede atılmak için o yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi’ne geçmiştir. Burayı birincilikle bitirmiş ve Ziraat Bakanlığı’nda veteriner müfettiş yardımcısı olmuştur. 1898’de Tophane-i Âmire Veznedârı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlenerek Cemile, Feride, Suadi, Emin, Tahir adlı çocukları olmuştur. 1908’de çıkarmaya başladığı Sırât-ı Müstakim dergisi, 1912’de Sebîlü’r-reşâd olarak değişmiştir. Akif; abide bir şahsiyet, münevver bir insan, yani aydınlanmış ve aydınlatmaya çalışmış biriydi.
Akif öyle bir insandır ki, 1913 yılının Mayıs ayında mesai arkadaşı Baytarlık İşleri Müdürü Abdullah Efendi görevinden haksız yere uzaklaştırılınca, memuriyetten, 20 yıllık işinden istifa etmiştir. Onu tanıyan herkes bilir ki o, derinliğine ulaşılamayan bir deryadır, girdikçe kaybolursunuz.
1914’te Teşkilât-ı Mahsusa’nın görevlendirmesiyle Berlin’e giderek, İtilaf Devletleri safında savaşıp esir düşen Müslüman askerlerin kamplarını ziyaret etmiş, bağımsızlık için eyleme teşvik eden konuşmalar yapmıştır. Yine 1915’te Kuşçubaşı Eşref idaresindeki bir heyetle, devlete sadık kabilelerin desteğinin devam ettirilmesini sağlamak için Necid bölgesiyle Medine’ye gitmiştir. Devlet onlara harcırah verir ama o bir kuruşunu dahi almaz ve “Bana böyle şeyler teklif etmeyin” der. Çünkü onun parayla alakası hiç olmamıştır.
Millî Mücadele hareketine katılmak için 1920 Şubat’ında Balıkesir’e giderek Kuva-yı Milliyecilerle görüşmüştür. Anadolu’dan gelen davet üzerine, 10 Nisan 1920’de, 12 yaşındaki oğlu Emin’i de yanına alarak gizlice yola çıkmış ve yolda buluştuğu Ali Şükrü Bey’le Geyve’ye, oradan da Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ikinci günü olan 24 Nisan’da Ankara’ya ulaşabilmiştir. Bu sırada Burdur milletvekili olmuştur. Pek çok il, ilçe ve cephede konuşmalar yapan Akif’in Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’ndeki konuşması bunlar arasında en önemli olanıdır. Yaptığı bu konuşmalar, Anadolu’da çıkmaya başlayan Sebîlü’r-reşad dergisinde yayımlandığı gibi risale şeklinde de basılmış, Anadolu’ya ve cephelere dağıtılmıştır. O, İstiklâl Marşı’mızın şairi olmasının yanında, en önemli eserlerinden olan Çanakkale Destanı, Bülbül ve Safahat gibi tarih kokan eserlerin de sahibidir. Şüphesiz Akif, Millî Mücadele’nin manevî kahramanıdır. Herkes vatanseverdir ama onun vatan sevgisi onda ete kemiğe bürünmüştür.
Hüseyin Cahit Yalçın, Akif için der ki: “Hayatı eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir.” Akif sadece bir şair değildir, hafızdır, edebiyat dalında müderristir ve köşe yazarıdır. Tarihte 1900’lerin başını kaldırıp atsanız, Safahat isimli eseri size her şeyi anlatabilir. O çok sevdiği Peygamberi’nin yolundan gitmeye çalışmış ve onun hadislerinde geçen sporları yapmıştır; yüzerek Boğaz’ı geçmiş, kispet giyip güreşmiş, yürüyerek İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna gitmiş, gülle ve cirit atmış, ata binmiştir. Hele ömrünün o sevgiliyle aynı olması da ayrı bir tesadüftür: tam 63 sene.
Onun en büyük eseri şahsiyeti ve karakteridir. Dürüstlüğüyle nam salmıştır. Öyle ki arkadaşı Fatih Gökmen’in anlattığına göre onunla buluşacağı bir gün, hava çok yağışlı ve rüzgârlıymış. “Akif bu havada gelemez.” demiş ve yakın komşularından birine gitmiş ve döndüğünde onun geldiğini, evde olmadığını görünce “Selam söyleyin.” diyerek sırılsıklam bir şekilde gittiğini öğrenmiş. Ertesi gün kendisinden özür dilemek için gittiğinde ona “Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.” demiş ve kendisiyle tam altı ay dargın kalmıştır.
Yetime, yoksula kanat geren, kendisi yoksul olmasına rağmen, varını yoğunu olmayanlarla paylaşan gönlü çok zengin bir Müslüman’dır. Mithat Cemal Kuntay anlatır: “Bir gün Akif’in evine gittiğimde ev çocuk kaynıyordu, tam sekiz çocuk. Akif’e ‘Bu çocuklar da ne?’ dedim. Evi küçücük, ortada bir kilim ve kenarda bir sedir. Cevaben, ‘Benim çocuklarım’ dedi. ‘Akif iki hafta gelmedim ben, beş çocuk vardı sekiz nasıl oldu?’ deyince önce söylemek istemedi. Sonra şöyle anlattı: ‘Baytarlık Mektebi’nde okurken Hasan Efendi adında bir sınıf arkadaşım vardı, onunla sözleştik: Bir gün evlenip çoluk çocuğa karışınca birimizden biri ölürse geride kalan diğerinin çocuklarına sahip çıksın diye. Hasan Efendi geçen hafta vefat etti, bu üç yetim onundur.” Oğlu Emin Ersoy bu durumla ilgili der ki “Ben Süheyla ablamı öz ablam biliyordum. Babam bize onun üvey olduğunu hiç hissettirmedi.” Çünkü öyle candan öyle merhametliydi.
Yardım severlik kelimesi onu tanımlayamaz, eksik kalır. Yine Mithat Cemal Kuntay der ki: “Bir gün evine gittim odanın ortasındaki kilim gitmiş, ‘Akif kilim nerede?’ diye sordum. ‘Komşunun yoktu ona verdim’ dedi. ‘İyi ama senin de yok’ dedim. Paltosu yok, çünkü paltosuz birini görünce çıkarıp veriyor.”
Bir yandan Neyzen Tevfik’i sarhoşluktan yığıldığı yerden alıp dergâha götürerek ney üfletmiş, bir yandan Babanzâde’nin sohbetlerini dizleri üzerinde dört saat dinlerken kıpraşan gençleri gözleriyle öldürüp, o sohbetin güzelliğini kestin diye kızardı. Akif’in bir tarafı mürit bir tarafı mürşittir. Bediuzzaman Said Nursî de Mehmet Akif’e her zaman dua ettiğini belirtmiştir.
“Asım’ın nesli…diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.”
Kimdir Asım’ın nesli? Mehmet Akif gibi yüreği, duruşu duygusu sağlam, zulme teslim olmayan, cehennemi dünyada yaşamaya razı olan, kararlı, umutlu, hedefi olan, tertemiz, ahlâklı bir nesil demektir.
Çıkardığı dergisi kapatılmış, milletvekilliği yapmış ama emekliliği verilmemiştir. 1925’te Takrir-i Sükûn çıkınca, Akif’in peşine polis takmışlar ve o hain gibi muamele görmüştür. Görüştüğü arkadaşları bir bir fişlenmiş, en samimi arkadaşları da yargılanmıştır. Tüm bunlara dayanamayarak kendi ifadesiyle: “İstiklâl Marşı şairinin istiklâl Mahkemeleri’nde yargılanması utancını bu millete yaşatmamak için kendimi gönüllü sürgüne mahkûm ediyorum” demiştir. Ekim 1923’te, dostu ve hamisi Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitmiş ve bundan sonraki iki yılının yalnızca kışlarını Mısır’da geçirirken, 1925 sonlarında gittiği bu ülkeden vefatı öncesine dek bir daha dönmemiştir. Abbas Halim “Her zaman bir Abbas Halim bulunur ama ben bir daha Mehmet Akif bulamam” diyecek kadar çok seviyordu.
Akif’in anlattığına göre Mısır’da Hacıbekir lokumları varmış, kese kâğıdının üzerindeki Osmanlıca Türkçe olan yazıları okur okur ağlarmış. Mısır’da hastalanmış, hava değişimi için İstanbul’a gelmiştir. Kendisini yaklaşık on kişi karşılamıştır. Fuad Şemsi, Eşref Edip, Abbas Halim Paşa’nın kızı Prenses Emine Abbas Hanımefendi, Mithat Cemal bunlar arasındadır. “11 yıl vatanımdan ayrı kaldım, 11 dakika daha kalsaydım çıldıracaktım” demiş. 14 Haziran 1936’da dönmüş, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda kalmıştır. Akif, tedavi görürken Prenses Hanımefendi bakımı için bir Rus kadını görevlendirmiş ve ücretini karşılamıştır.
1936 yılının 27 Aralık’ı akşam saatlerinde İstanbul’da, vatanıyla sadece 5,5 ay hasret giderip vefat etti. Akif, Beyoğlu Hastanesi’nin morguna kaldırıldı ve yakın dostlarına vefat haberi ulaştırılabildiği kadar ulaştırılabilmişti. O güne şahitlik edenlerden, Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Mecit Bumin, Fethi Tevetoğlu ve Mithat Cemal Kuntay o günü şöyle anlatırlar: “Meydanda namaz saatinin yakınlaşmasına rağmen bir kalabalık yoktu. Sulu kar yağan bir gündü, bir cenaze arabası yaklaştı, iki kişi üzerine bir örtü dahi konulmamış bir tabutu indirdiler. Sahipsiz, yoksul bir fakirin getirildiğini düşündük. Bazı arkadaşlar yardıma gittiğinde cenazenin Mehmet Akif Ersoy’a ait olduğu anlaşılınca ağlaşmalar, çığlıklar koptu. O an ona Asımlar sahip çıktı, Asım’ın nesli onu kolları arasına aldılar ve üstadları için unutulmaz bir cenaze töreni düzenlediler. Cenaze Beyazıt Camii’nin musalla taşına hep beraber hürmetle konuldu. Cenazeyi getirenden Akif’in iki fotoğrafı istendi. Kapalıçarşı’ya gidilerek büyük bir bayrak alındı. Sonra Cağaloğlu’nda görülen ilk matbaadan fotoğrafı bolca bastırıldı. Cenaze bayrakla sarıldı. Üniversitenin sancağı ile daha sonra birilerinin bulup getirdiği Kâbe’nin örtüsü tabutun üzerine serildi. Diğerleri koşarak yurtlara cenaze namazı için haber verdiler. Boş olan alana akın akın insanlar toplanmaya başladı. Hatta Darüşşafaka İlkokul birinci sınıf öğretmenleri ve öğrencileri de hazır bulunmuşlardı. Cenazeyi Beyazıt’tan Edirnekapı Mezarlığı’na kadar omuzlarında taşıdılar. Edirnekapı Şehitliği’nde birisi bağırdı “Kısa boylu olanlar aradan çekilsin” diye, onlar hemen çekildi. Akif’in tabutu el dokundurmadan baş üzerinde yattığı yere kadar taşındı. Baş tarafında Fethi Tevetoğlu, ayak tarafında Abdulkadir İnan vardı. Mezara indirildi, görmek isteyenler için yüzü son bir kez açıldı. Ağzından kan gelmiş, sakalının bir kısmı kana bulanmıştı. Tam üzeri kapatılacakken elinde bir bezle Ratip Aşir Acudoğlu çıkageldi ve dedi ki “Sakın üzerini kapatmayın, Akif’in yüzünün maskını almak istiyorum.” Kalabalıkta itiraz edenler olunca da “İleride heykellerini ve büstlerini yapmak için bize lazım olacak” dedi. Sonra o aziz ve naçiz bedeni vatan toprağının o şehadet kokulu bağrına emanet edildi.
Bizler Mehmet Akif için söylediklerimizle onu övmüş olmuyoruz, yaşadığı hayatın gereğini yapmış oluyoruz. Akif’in eserleri yüreklerde yürek izi bıraktığı için bu kadar araştırılmaya, önemsenmeye başlandı. Yaşanırken anlaşılamamışlardı. Ben de inanıyorum ki onun şiirlerinin tamamı mülhemdir.
Buradan kıymetli torunlarına seslenmek istiyorum: Mehmet Akif Ersoy sizin dedeniz olduğu gibi şüphesiz bizlerin de güzide dedesidir. Bu yüzden çok mutlu ve gururluyum. Rabb’im onu çok sevdiği Peygamberi’yle(sav) cennetine koysun…