4 Ağustos’ta Beyrut Limanı’nda gerçekleşen korkunç patlama, özellikle Ekim protestolarının başlamasıyla zor şartlar altında yaşayan Lübnan halkının büyük bir şoka girmesine yol açtı. Yeni kurulan hükümetin ekonomideki gerekli iyileştirmesi yerine getirememesi nedeniyle enflasyonun tırmandığı ve halkının yarısının yoksulluk sınırının altına çekildiği Lübnan, mali krizlerinin yanısıra siyasi çekişmelere de sahne olmaya başlamıştı. Patlamadan bir gün önce Dışişleri Bakanı’nın siyasi baskılar iddiasıyla istifa ettiği ülkede iç krizler devam ederken yaşanan patlama, 1990’lardan sonra toparlanmaya çalışan Lübnan’ı yeniden iç savaş dönemine geri götürdü. Limandaki 2750 ton amonyum nitratın patlamasıyla ortaya çıkan iddialar ve Lübnanlıların içine düştükleri dilemma ise sosyo-politik kırılganlığı bir kez daha gün yüzüne çıkardı.
Patlamanın üzerinden çok kısa bir zaman geçmesine rağmen yerli ve yabancı analistler hızlı bir şekilde çeşitli iddialarla patlama senaryolarını gündeme getirmeye başladılar. İlk etapta Lübnan’ın müzmin sorunu olan Hizbullah- İsrail düşmanlığı nedeniyle “bu bir saldırı mıydı” sorusunu soran pek çok kişi, böyle bir patlamanın salt kaza eseri olmayacağını savunarak saldırı ihtimalini değerlendirdiler. Bazı İsrailli kaynakların da Hizbullah’ın limandaki amonyum nitratları 1982 ve 2006’daki krizlerden sonra 3. İsrail-Hizbullah savaşını başlatmak için kullanacağını öne sürmeleri, İsrail’in depoları imha ederek savaşın önüne geçti ve kendi güvenliğini sağlamayı başardığını iddialarını güçlendirdi. İsrail makamları ise hükümetin Hizbullah’ın sahip olduğu patlayıcılarla ilgili raporlara sahip olduğunu kabul etti ancak Beyrut Limanı’ndaki faciadan sorumlu olmadıklarını dile getirdi. İsrail istihbarat kaynakları, uzun zamandır Hizbullah’ın patlayıcı depolarını rapor ettiklerini bildirirken, bunu bilmiş olmalarının ortadan kaldırmak için yeterli sebebi taşımadığını söylüyorlar. Nasrallah’ın günler sonra yaptığı açıklamada limanın içinde patlayıcıların olduğunu bilmediklerini ifade etmesi ise Hizbullah’a yönelik suçlamaların artmasına yol açtı. Nitekim Nasrallah’ın 2017 yılında İsrail’in Hayfa Limanı’ndaki patlayıcılarından haberdar olduklarını, İsrail nereye taşırsa taşısın yerini öğreneceklerini içeren konuşmasıyla Beyrut’taki limanda ne olduğunu bilmediğini söylemesi arasındaki çelişki açık bir şekilde görülüyor. Bununla birlikte bu çelişki Hizbullah’ın Beyrut’ta bulunan patlayıcıların sahibi olduğu ve İsrail’e karşı kullanacağına dair tam bir kanıtı da barındırmıyor. Kaldı ki limandaki patlayıcıların yok olması Hizbullah’ın güneydeki askeri gücü göz önünde bulundurulduğunda silahlı gücünden bir şey kaybettirmeyeceğini gösteriyor.
Saldırı olduğuna dair olan görüşler gün geçtikçe zayıflarken ihmalden kaynaklandığı söylentileri daha fazla açığa çıkmaya başladı. Ancak bu sefer de bütün oklar Cumhurbaşkanı Mişel Avn’a, eski Başbakan Saad Hariri’ye ve limanla ilgili raporları dikkate almayan yargı makamlarına yöneldi. Hariri’nin patlamadan bir gün sonra limanın yakınlarında bulunan babasının mezarını ziyaret ederken halktan gördüğü tepki bunun bir yansıması oldu. Halkın can güvenliğini bu kadar tehdit eden bir deponun bu denli ihmal edilmesi ise sabotaj ihtimalini güçlendiren noktalardan biri oldu. Ülkenin en önemli ticaret duraklarından olan limanların siyasi ve bürokratik önemi dikkate alındığında liman siyasetinin getirdiği sonuçların faturasının da sorulması gerekliliği önem arz ediyor.
Patlamanın ardından ortaya konan sebepler ve yapılan açıklamaların hiçbiri Lübnan halkını ikna etmeyi başaramadı. Başbakan Hasan Diyab’ın patlayıcıların uzun süredir limanda tutulmasının sebebini bilmediğini söylemesi Nasrallah’ın ifadeleriyle birleşince siyasi tıkanıklık suçlu arama noktasında kendisini bir kere daha gösterdi. Diğer taraftan Başbakan’ın iki ay içinde erken seçime gidilmesi için teklif sunacağı ve reformlar hususunda ne yapacağına dair tek kelime etmemesine rağmen bu süre içinde sorumluluğu ele alacağını duyurması, Diyab’ın elindeki son fırsatı da değerlendirmeye çalıştığı izlenimini verdi. Başbakan’ın aksine artık bu yükü kaldıramayacağını söyleyen bazı vekiller ise istifa ederek sistem dışına çıkmaya başladılar.
Açıklamalar ve istifalar peş peşe geldi ancak Lübnan halkı faciadan beş gün sonra yeniden Şehitler Meydanı’nda buluşmak için büyük bir sosyal medya hareketi başlattı. Ekimden bu yana kesintili de olsa devam eden gösterilerde Hasan Diyab hükümetinin başarısız ekonomik ve siyasi hamlelerine karşı mücadele eden halk, patlamanın etkisiyle yeniden devrim havasına büründü. Meydana çağrılan Lübnanlıların artık barışçıl olmamaları gerektiğini, şarkı söyleyerek devrim yapma zamanının geçtiğini ve tüm öfkenin sokağa yansımasının şart olduğunu belirten aktivistler, 8 Ağustos akşamı Lübnan’ın miladını gerçekleştirecekleri inancıyla yeniden sokağa indiler. Bununla birlikte Lübnan’ı daha büyük bir krize sürükleyecek çatışmayı da arzulamadıklarını belirten aktivistler tüm siyasilerin istifalarını açıklamalarına kadar direnç gösterilmesi çağrısında bulundular.
Protestolar başlamadan ortaya atılan senaryolar ise sosyal direnişe karşı oluşan ilginç refleksleri de ortaya çıkarır şekilde oldu. Planlanan saatten önce gösterilerin başlaması ve kısa süre içinde güvenlik güçleriyle çatışmaya girilmesi, milis güçlerin sahaya indirildiğini ve gerçek göstericilerin isteklerini alamadan dağıtılması için planlandığı yorumlarının yapılmasına yol açtı. Nasrallah’ın protestocuları “kaos çıkarıp tahkikatın yapılmasını istemiyor musunuz?” sorusuyla eleştirmesi ve Hizbullah yanlısı Şiilerin eylemlere katılmayarak toplumun bizatihi kendisine gösterdikleri tavır ise birlik çabalarına düşen gölgeyi yansıttı. Hizbullah’ın askeri gücünün yanısıra sosyal hizmet kurumlarıyla Şiilerin toplumsal ihtiyaçlarına cevap verdiği bilinse de Şii nüfusun büyük bir bölümünün orta ve alt tabakayı oluşturuyor olması ve ülkedeki ekonomik buhrandan fazlasıyla etkilenmesi, patlama öncesi protestolarda yer almalarına yol açmıştı. Ancak üç gündür devam eden protestolara katılmamaları Hizbullah’ı korumaları mezhepçi duyguların baskın tarafını öne çıkardı. Aynı durum ülkedeki diğer bir çoğunluğu oluşturan Hristiyanları da bir ölçüde kapsıyor. Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın Hizbullah’la olan ittifakı Hristiyan kesimin büyük ölçüde rahatsız olup sokağa inmesini sağlasa da önceki gösterilerden farklı olarak siyasette Hristiyan ağırlığının hissedilmesini istiyorlar. Cumartesi akşamı başlayan gösterilerin bir diğer yansıması ise protestocuların bakanlıklarının ele geçirilmesinden kısa bir süre sonra evrakları yakıp geri çıkarılmaları karşısında pasif direniş göstermeleri oldu. Bu noktada kolluk kuvvetlerinin ilerlemesi karşısında geri çekilen protestocuların iç savaş ihtimaline karşı taşıdıkları kaygı da açığa çıktı.
Bu aşamada sorulması gereken soru ise şu: Lübnan halkı patlamayla birlikte son haddine ulaşan toplumsal krizi gerçek bir siyasi değişim için kullanmayı başarabilecek mi? Zira mezhepçiliğin ne olursa olsun Lübnan toplumunun damarlarına işlemiş olması bir yana, iç savaşın yeniden doğmasından çekinilerek kanlı çatışmalardan uzak durulması toplumun yumuşak geçiş taraftarı olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte Lübnan’da gelinen son duruma göre artık yumuşak geçişin mümkün olmadığı ve 128 sandalyeli meclisin artık hiçbir mezhebi temsil etmediği açık bir şekilde görülüyor. Başbakan Hasan Diyab’ın 10 Ağustos’ta toplumsal baskıya daha fazla dayanamayarak istifa etmesi ve Lübnan’ın yeniden hükümetsiz bir sürece girmesi bunun en öne çıkan kanıtlarından biri olarak ortada. Dolayısıyla seçim sisteminin tamamen değişmesi, mezhep vurgusunun satır aralarına çekilmesi, Taif Anlaşması’nın bazı maddelerinin geçersizliğinin kabulüyle Hizbullah’ın en azından askeri gücünün dengelenmesi önem arz ediyor. Bu gerekliliklerin karşılanması kısa vadede zor olsa da Lübnan’ın önünde başka bir alternatifin bulunmadığı yaşanan çıkmazlarda kendisini gösteriyor.