İsrail’in 75 yıldır uyguladığı işgale karşı bir cevap niteliğinde, 7 Ekim’de gerçekleşen Aksa Tufanı operasyonu, Orta Doğu’da uzun süredir örtülü kalmış gerçeklikleri gün yüzüne çıkarmıştır. İlk olarak, Batı’nın Orta Doğu’ya yönelik kolonyal zihniyetinin halen devam ettiğini ve bu zihniyetin Batı’nın Orta Doğu politikalarında belirleyici bir rol oynadığını gözler önüne sermiştir.
Uzun yıllar Orta Doğu halklarının demokratikleşmesi gerektiği vurgusu ile bölgeye müdahil olan Batı’nın kolonyal politikalarının devam ettiği bir kez daha görülmüştür. Batı iktidarları, Orta Doğu’daki diktatörlüklerden daha diktatoryal biçimde İsrail’in soykırımına destek vermeyi sürdürmüştür. Her ne kadar sembolik açıklamalarla sivil ölümleri kınasalar da Batılı ‘demokrasiler’ sivillerin İsrail ordusu tarafından kasıtlı biçimde hedef alınıp öldürülmesine göz yummuştur. Bu durum insan hakları ve demokrasinin Batı tarafından araçsallaştırıldığını ispatlamıştır.
İkinci olarak, Batı demokrasilerinin İsrail’e bağımlı olduğu gerçeği daha da belirginleşmiştir. Başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere Batı’nın prestijli birçok üniversitesindeki öğrenci protestolarına yönelik uygulanan baskı ve şiddet, Batı’nın İsrail ve Siyonizm’e boyun eğdiğini, Siyonizm’in Batı’yı kontrol ettiğini ve yönettiğini kanıtlamaktadır. Üçüncü olarak Aksa Tufanı, Orta Doğu’daki rejimlerin Siyonizm’in ve Batı’nın bir ürünü olduğunu bir kez daha hatırlatmıştır. Dolayısıyla Osmanlı sonrası Orta Doğu jeopolitiğinin Batılı post-kolonyal bir proje ile tasarlandığı, Orta Doğu’daki rejimler üzerinden bu planın icra edildiği rahatlıkla ifade edilebilir. Orta Doğu’daki birçok Arap devletinin, Batı’nın bölgeyi kontrol edebilmek adına konuşlandırdığı, Batı’ya bağımlı rejimler olarak kodlanabileceği ve buradan hareketle bölgesel ve küresel siyasete yönelik dayatılan siyaseti takip ettikleri söylenebilir. Arap rejimlerinin İsrail’in Gazze soykırımı boyunca izledikleri politika, Batı’ya bağımlı olduklarını ispatlamıştır.
İsrail sorununun çözülmesi noktasında Türkiye’nin girişimlerine Arap rejimlerinin yeterince karşılık vermemesi ve Batı’dan bağımsız inisiyatif geliştirmemesi Arap rejimlerindeki Batı bağımlılığın ne denli derin olduğunu göstermektedir. Örneğin Türkiye başta Mısır olmak üzere Filistin davasında kritik rol oynayan birçok Arap rejimiyle yakın diplomatik temaslarda bulunmuştur. Türkiye, İsrail sorununun çözülmesi adına Batı’nın adım atmayacağını, bölgedeki güçlü aktörlerin müşterek bir çözüm üretmesi gerektiğini vurgularken, Arap rejimleri izledikleri cılız politika ile Filistin davasının siyasi bir mesele olduğunu ve Batı’nın hegemonyasına meydan okumayacaklarını kanıtlamıştır. Örneğin Mısır rejimi, soykırım nedeniyle artan insani krize rağmen Gazze’nin İsrail haricindeki tek sınır kapısı olan Refah sınır kapısını açamamıştır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, İspanya Başbakanı başta olmak üzere birçok uluslararası kurum ve devletin yetkilisi bölgeye giderek Mısır’ın Batı’dan bağımsız bir adım atmasını teşvik etse de Kahire yönetimi buna yanaşmamış, bu politikası ile Batı’nın ve İsrail’in Kahire üzerinde kontrolünü sürdürmesine olanak sağlamıştır.
Benzer şekilde Arap rejimleri Gazze’de vatan müdafaası icra eden Hamas’ı benimsememiştir. Nitekim Tahran’da şehit edilen İsmail Heniyye’nin 2 Ağustos’ta Doha’da düzenlenen cenazesine birçok Arap rejimi katılmamıştır. Örneğin Heniyye suikastını kınamayan Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Mısır ve Fas rejimleri cenazeye katılmayarak Hamas’ı ve direnişi kendi rejimlerinin güvenliklerine tehdit olarak gördüklerini ispatlamıştır. Heniyye’nin cenazesine katılmayan Arap rejimleri, Hamas’ı ve silahlı direnişi İsrail’den daha büyük bir rejim güvenliği olarak kodladıklarını deklare etmişlerdir. Söz konusu durum, Arap rejimlerinin Filistin davasına yönelik tarihi sembolik desteklerini de bir kenara ittiğini gösteriyor. Dahası başta Ürdün olmak üzere birçok Arap rejimi İsrail’in güvenliğinin temini adına adımlar atıyor. Örneğin İran’ın İsrail’in Şam büyükelçiliğine saldırısına misilleme olarak gerçekleştirdiği saldırılarda Ürdün, İsrail’i savunmuştur. Ürdün rejimi, İsrail’e giden füze ve insansız hava araçlarını düşürerek Tel Aviv’i korumayı kendine görev atfetmiştir. Benzer şekilde Filistin toplumunu temsil etmeyen ve gayri meşru bir yönetici olan Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas da İsrail’in güvenliğinin sağlanması gerektiğini defalarca ifade etmiştir.
Filistin Uğruna isimli kitapta detaylıca anlatıldığı üzere, Filistin davası Arap rejimlerinin kahir ekseriyeti açısından meşrulaştırma aracı, bölgesel güç mücadelesinde kazanım sağlayacak bir aparat olarak görülmüştür. Örneğin 1950’ler boyunca Cemal Abdünnasır’ın Arap milliyetçiliği üzerinden elde ettiği popülariteye karşı Körfez monarşileri Filistin’i desteklemiştir. Batı’nın kurduğu iktidarlar olan Körfez monarşileri meşruiyet kazanmak, bölgesel statülerini güçlendirmek ve halkların rızasını kazanmak adına Filistin’in yanında durmuştur. Toplumsal mobilizasyonu tehdit olarak gören bu rejimler Filistin istisnası ihdas ederek protestolara, sivil toplum kuruluşlarının inşa edilmesine ve Filistin desteğinin yaygınlaşmasına otoriter iktidarın devamlılığı pahasına göz yummuştur. Fakat gerek Arap ayaklanmaları sürecindeki devrimler gerekse Filistin direnişinin İsrail’e karşı kaybetmemesi, Arap rejimlerinin sembolik Filistin desteğini sonlandırmıştır. Arap rejimleri İsrail ile normalleşmeyi öncelemiş ve Filistin davasını Filistinlilerin çözmesi gerektiği yönündeki politikayı tercih etmeye başlamıştır.
Sonuç olarak Arap rejimleri sembolik olarak destekledikleri Filistin davasını terk ediyor. Söz konusu durum iki yeni dinamiği beraberinde getiriyor. Bunlardan ilki, Arap rejimleri ile halklar arasındaki uçurumun gittikçe artıyor. Rejimlerin İsrail yanlısı politikalarına rağmen Arap halklarının Filistin desteği sürüyor. İkincisi, Filistin direnişi Arap devlet desteğinden yoksunluktan ötürü İran’a mecbur kalıyor. Her iki durum da Arap rejimlerinin güvenliğine ‘tehdit’ yeni parametreleri ortaya çıkarıyor.