Karşılıklı yatırım anlaşmalarıyla Ankara ile tam entegrasyon adımlarına hız veren Şam yönetimi, Tunus, Mısır ve Libya’yı altüst etmiş Arap Baharı’ndan ürküyordu. Ülkeyi 1971’den 2000 yılına kadar Hafız Esed yönetmiş ve öldüğünde yerine oğlu Beşar geçmişti. Oğul Esed, iktidarının 11. yılını, rejim ise ‘azınlığın çoğunluğu yönettiği’ ülkede 40. yılını yaşıyordu. Nusayri hanedanının yönetim tarihi Sünni halka yönelik katliamlarla dolu olduğu için Arap Baharı sürecinde rejimi endişelendiren nedenler çoktu.
Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali’yi, Mısır’da Hüsnü Mübarek’i koltuğundan eden, Libya’da ise Muammer Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesiyle bitecek iç savaşı başlatan Arap Baharı, Suriye’ye aynı yılın mart ayında uğradı. Başkent Şam’ın güneyinde, Ürdün sınırındaki Dera’da Muaviye Sayasna adlı gencin, okuduğu okulun dış duvarına “Ey doktor, şimdi sıra sende” cümlesini yazması ‘devrim’in fitilini ateşledi. ‘Doktor’dan kastedilen, tabii ki göz doktoru Beşar Esed’di.
Dera’da yaşayanlarla Suriye polisi arasındaki çatışmalarda 100’den fazla kişi öldü. Olayları yatıştırmak için Dera valisini görevden alan, daha sonra 48 yıllık Baas iktidarı boyunca sürmüş olağanüstü hâl uygulamasını kaldıracağını vaat eden Beşar Esed’i Erdoğan da arayıp tebrik etti.
Esed’in adımları kopan fırtınayı durdurmaya yetmedi. Dera’nın ardından Lazkiye’nin sokaklarında beliren silahlı kişiler burada 12 kişiyi öldürdü. Esnaf tarafından yakalanabilmiş bir eylemcinin Ürdünlü çıkması ise dikkat çekiciydi.
Erdoğan’ın “Reformları bizzat kendin açıkla” tavsiyesinde bulunduğu Beşar Esed, ertesi gün tüm dünyanın merakla izlediği konuşmasını yaptı. Ülkesinin büyük bir komployla karşı karşıya olduğunu söyleyen Esed, kendisinden beklenen o büyük reformlara uzun konuşmasında hiç değinmedi. Böylelikle ülkenin kaosa sürüklenmesini bekleyenlere bu fırsatı vermesinin yanında, belki de, ‘serbest seçimlerin yapıldığı demokratik Suriye’nin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı’ olma şansını da heba etmiş oldu.
Esed’in hayal kırıklığına yol açan konuşması sonrası Şam’daki gösterilerde çok sayıda kişi hayatını kaybederken Humus’un Saat Meydanı’na ise binlerce kişi kamp kuruyordu. Bir mesaj yayınlayan rejim, ‘provokatörlere artık müsamahakar davranılmayacağını’ duyurdu. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir kez daha Şam’ın yolunu tutarken, Esed’e “Reformlar için her türlü yardıma hazırız” dedi.
Çok geçmeden Baas rejiminin acımasız çarkları işlemeye başladı: Guta’da devlet görevlileri evlere baskınlar düzenleyip gözaltına aldığı kişilere çok kötü davrandı; Beşar’ın kardeşi Mahir Esed ise Dera’ya tanklarla girdi. Onlarca kişi sokaklarda infaz edildi. Hama ve Humus’ta rejimin keskin nişancılarının sokakta insan avladığı görüntüler internete düştü.
Suriye’den Türkiye’ye doğru yola çıkan yüzlerce kişi tel örgüleri aşıp ülkemize girdiğinde takvimler 2011 Mayıs ayını gösteriyordu. Suriyeliler, günde ortalama 50 kişinin öldürüldüğü ülkelerini terk etmeye başlamıştı.
Rejim sonraki günlerde tüm ülkeyi saran isyan dalgasını kanla bastırmayı sürdürdü. Halka yönelik sindirme operasyonlarında Şebbihalar’ın da kullanılmaya başlaması tabanda öfkeyi daha da artırdı. ‘Esed ailesinin yasalardan bağımsız katliam çeteleri’ olarak bilinen Şebbihalar daha sonra hep sorgusuz infazlar, kadın-çocuk demeksizin yaptıkları işkenceler ve ikamete yönelik yağmalarla gündeme geldi. Bu Şebbihalara kısa bir süre sonra İranlı milisler de eklendi. Olaylar başlar başlamaz soluğu İdlib’in Cisr’eş Suğur kasabasında alan İranlı timler, kısa zamanda burayı ‘hayalet şehir’e çevirdi. ‘Farsça konuşan sakallı kişiler’ yüzlerce İdlibliyi öldürdü, 40 bine yakın kişinin de evlerini terk etmelerine yol açtı. Rejim, burada ölenlerin mezara bile gömülmesine izin vermedi. Katledilenlerin cesetleri genellikle çöp bidonlarına döküldü.
Vahşetin dozu arttıkça, Suriye ordusunda çözülmeler başgösterdi. Rejim ordusunun üst düzey askerleri artık kendi kışlalarını terk edip Türkiye’ye sığınıyordu.
¢ 2011 Kasım’ında rejimden ayrılan askerlerin sayısı 15 bini geçmiş ve Ürdün sınırında organize silahlı direnişler başlamıştı. Şam’da yaklaşık 7 saat boyunca dil döktüğü Esed’in, sözlerini bir türlü tutmadığını söyleyen Davutoğlu, rejimin normalleşmek için son şansını kaçırdığını dile getiriyordu. ABD’de Obama yönetimi ise bir yandan Esed’in mutlaka gitmesi gerektiğini söylüyor bir yandan da ‘sabrı taşan’ Türkiye’yi Suriye’ye askeri müdahalede bulunmaya çağırıyordu.
Türk ordusunun o dönem Suriye’ye askeri müdahalesi, aynı zamanda İran’la cephe savaşı anlamına gelecekti. Amerikalıların ardı ardına Ankara’yı ziyaret ettiği 2012 yılı başında Davutoğlu, “Mezhep eksenli bölgesel bir savaş çıkarmak isteyenler var. Bu, bütün bölge için intihar olur” diyordu. Esed birlikleri Humus’ta camileri bile küle çevirip, cenazesini almak isteyene kurşun yağdırırken Türkiye, İran’la savaş yemini yutmamakta kararlı davrandı. Ankara işte bu yüzden, “Baskıdan kaçan tüm Suriye halkını Türkiye’ye kabul ederiz” mesajı verdi.
Göçlerden gelecek zararı en aza indirgemek için sınırda güvenli bölge kurma planı da masadaydı. Tahran, Devrim Muhafızları’nı akın akın Suriye’ye taşımaya devam ederken, rejimin elindeki Rus yapımı savunma sistemleri Hatay-Lazkiye sınır hattında keşif uçuşu icra eden silahsız Türk F-4 uçağını düşürdü. Saldırıyla birlikte Ankara’nın Şam’a yönelik angajman kuralları değişti. Artık sınıra yaklaşan her rejim askeri, TSK için doğal bir hedef anlamını taşıyacaktı.
Günlük ölüm ortalamasının 100’lere ulaştığı 2012 yaz aylarında ‘Özgür Suriye Ordusu’ adı altında örgütlenen muhalifler, rejim ordusuna büyük kayıplar verdiriyordu. Esed, artık başkent Şam’da bile kendini güvende hissetmiyordu. ÖSO, buradaki havaalanının da kontrolünü ele almış, İran destek birlikleri göndermeye mecbur kalmıştı. Muhaliflerin ülkenin yarıdan fazlasına hakim olmasıyla Şam’dan kaçışlar başlamış, hatta Rusya’dan “Esed görevini bırakmaya hazır” çıkışı gelmişti.
Rejim giderayak Türkiye’ye karşı terör kartını devreye sokmak istemiş ve özellikle Kamışlı, Haseke, Dırbesiye, Ayn el-Arab gibi yerlerdeki kamu binalarını bir süredir ABD-Barzani desteğiyle örgütlenen PKK/PYD’ye devretmişti. Esed’in devrilmesi emareleri artınca “Sonraki lider kim olacak?” soruları arttı. Erdoğan, Esed sonrası dönemde Muaz el-Hatib’i destekleyeceğini duyurdu.
Suriye’de sokakların ‘Erdoğan’ sesleriyle inlediği bir dönemde halkın Türkiye’nin desteklediği isme evet demesi kaçınılmazdı. Bu durum hem ABD hem Avrupa’yı, bilhassa da İsrail’i ürküttü. Öte yandan İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü’nün tepe ismi Kasım Süleymani, Şam’da Esed’i ‘kesinlikle istifa etmemesi için’ ikna etmişti.
İşte tam o günlerde (2012 Temmuz) Amerikan New York Times, ‘Irak-Şam İslam Devleti’ adında bir oluşumun ‘lansmanını’ geniş bir haberle yaptı. Sonraki aylarda ‘IŞİD’ ya da ‘DEAŞ’ kısaltmasıyla adını sıkça duyacağımız bu grup, “Bütün Müslümanlar için İslam devleti kurup sonra da İran ve İsrail’e savaş ilan edeceğiz” diyordu ama Suriye’de ABD-İsrail çıkarlarına direnen kim varsa karşısında er ya da geç bu örgütü bulacaktı.
Afganistan’dan Taliban üyelerinin bile gelip “Cihad yapmak için şartlar müsait mi baktık” dediği Suriye’de tuhaf şeyler olmaya başlamıştı. Esed’e karşı önemli mevziler kazanan muhaliflere karşı bir yandan DEAŞ ‘kafirler’ diyerek saldırıyor, bir yandan da PKK/PYD aynı tutumu sergiliyordu. Suriye’nin ikinci büyük şehri ve ticari başkenti Halep, işte böyle bir zamanda Esed-ÖSO-DEAŞ-PYD çatışmaları eşliğinde iç savaşa dahil oldu.
Esed, İranlı milislerle birlikte her cephede zor anlar yaşıyordu. Üstelik kendi atadığı başbakanı Riyad Hicab, bazı kabine üyeleriyle birlikte ülkeyi terk etmiş, sonraki günlerde buna yardımcısı Faruk el-Şara da dahil olmuştu. Ülkenin ancak yüzde 30’una hakim durumdaki Esed düşmek üzereydi ama birileri onun yönetimde kalmasını istiyordu. O günlerde Ankara’da diplomatik trafiği yürüten kritik bir isim, gazetemiz Yeni Şafak’a şu bilgiyi vermişti: “Bu savaş ABD istediği için uzuyor. Washington, Esed sonrası Türkiye’nin şekillendirdiği ve Müslüman Kardeşler’in hakim olduğu yeni Suriye istemiyor.”
'Yeni Suriye lideri’ ve İran’la cephe savaşı için Ankara’ya söz geçiremeyen Obama, elinde beyzbol sopasıyla fotoğraf servis ediyor ve “Erdoğan’la konuşuyorum” diyordu. Obama’nın Esed’i devirmek gibi bir hedefinin olmadığını emekli CIA ajanı Douglas Laux’tan 2016’da öğrenecektik: “2012’de görevdeyken, Esed’in devrilmesi için 50 ayrı plan hazırladık. Yönetim hiçbirini kabul etmedi.”
Şii Lübnan Hizbullahı binlerce militanını muhaliflerle savaşmak üzere Suriye’ye gönderirken, İran ve Rusya destekli rejim ise varil bombalarıyla şehirlerin üzerine ölüm kusmaya başlamıştı. Halep, Hama, Humus, Dera ve İdlib’in büyük bölümü, Şam’ın da ‘Sünni mahalleleri’ harabeye dönüştü.
Her şeye rağmen sokakta direniş sürüyordu ama muhalifler 100’ü aşkın gruba bölünmüştü. Bu, Esed’in iktidarda kalmasını ve bölgede kaosun sürmesini isteyenlerin işine geliyordu. Zira her muhalif grubun ajandası, onu destekleyen ülkenin durumuna göre farklılık gösteriyordu.
Mısır’ın seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin davetiyle bu ülkeye giden Başbakan Erdoğan’a yönelik Kahire’deki büyük sevgi gösterisi, Rusya-İran’ın dışında ABD ve İsrail’i de Esed’in kalması gerektiği konusunda iyice ikna etti. Çünkü İslam dünyasının lideri olarak görülen Erdoğan’ın Esed sonrası Suriye’yi tamamen kontrol eder hale gelme ihtimali, bölgesel denklemde İsrail için kabus anlamı taşıyordu.
Suriyeli Arap, Türkmen ve Kürt muhaliflerin giderek kan kaybettiği bir ortamda uzun yıllardır özenle hazırlanmış iki örgüt, sahipleri tarafından aktive edildi: FETÖ ve DEAŞ. ABD-İsrail kontrolündeki Fetullahçı Terör Örgütü, hükümete yönelik kumpasları ardı ardına devreye sokarken, bir yandan da MİT TIR’larına operasyon yapmak suretiyle Suriyeli muhaliflere yardım ulaştırılmasına mani oldu.
Aynı tarihlerde IŞİD-DEAŞ sahnedeki yerini aldı. Tekfirciler, muhaliflerin rejimden kan dökerek aldığı topraklarda ‘mürted’ ilan ettiği ÖSO’cuları infaz ediyor, cephane bakımından zor durumdaki muhalifleri katlederek hazıra konuyorlardı. Örgütün lideri, ABD’nin Irak işgali sonrasında kurduğu hapishanelerden biri olan Bukka Kampı’nda özel olarak yetiştirilmiş Ebubekir el-Bağdadi idi. Seçtiği semboller, Holywood kurgulu kafa kesme klipleri ve katliam seanslarıyla ‘Müslümanların terörist gibi gösterilmesi projesi’nde en başarılı(!) rolü oynayan DEAŞ, 2014’ten 2016 yılına dek kendisine verilen görevi harfiyen uyguladı.
DEAŞ, küresel güçlerin yürüttüğü yaygın propagandanın da etkisiyle hem Esed’i hem de ona direnen yerli muhalifleri dünyaya unutturdu. Artık insanların gündemindeki yegâne öncelik, özenle seçilmiş Peygamber mühürlü siyah bayrak taşıyan DEAŞ’ı geriletmek, bunun için ABD öncülüğündeki ‘koalisyon’a destek vermek ve sözde ‘cihatçılara’ karşı savaşan ‘seküler’ PKK/PYD’yi kutsamaktı. Esed’in gidip gitmemesi artık o kadar da önemli değildi.
Suriye’de 2014’ten 2016 yılı ortalarına dek çok şeye şahit olduk: Rejimin günbegün güçlendiğini, muhaliflerden tamamen vazgeçen ABD’nin PKK/PYD’ye sarıldığını, DEAŞ’ın Irak-Suriye kuzey hattını birleştirip Türkiye’yi güneyden tamamen kuşatmak için PKK’ya ‘anahtar teslim’ topraklar verdiğini ve dünyada kendilerine kucak açan pek kimse kalmamış mazlumlardan 3,5 milyonunun ülkemize geldiğini...
Tuzaklı mayınlarla örülü patikada yol almaya çalışan Ankara, o mayınların sahiplerine karşı Moskova ve Tahran’la işbirliğine yöneldi. Suriye’de çözüm için Rusya ile giderek artan temaslar, Rus uçağının Türk F-16’sı tarafından düşürüldüğü olay sonrası sekteye uğrasa da, 2016 Ağustos ayı itibariyle kaldığı yerden devam etti. Suriye’yi DEAŞ ve PKK, Türkiye’yi ise FETÖ ile teslim almaya çalışan güçlerin 15 Temmuz 2016’da tertiplediği darbe girişimi Türk milletinin destansı mücadelesiyle püskürtülünce, coğrafyanın makus talihi de değişti.
Türkiye’nin güney hattı boyunca ilerleyerek Akdeniz’e açılmayı hedefleyen terör koridoruna ilk büyük darbe, Fırat Kalkanı Harekâtı ile vuruldu. 24 Ağustos 2016’ta başlayan harekâtla Azez-Cerablus hattı DEAŞ’tan temizlendi. Operasyon birkaç ay daha gecikseydi, PKK Fırat batısındaki Münbiç ile Hatay sınırındaki Afrin’i birleştirecek ve terör koridorunun Akdeniz’e ulaşması için geriye sadece bir adım kalacaktı. 216 günlük Fırat Kalkanı ile 3 bini aşkın terörist öldürüldü; 72 Mehmetçik ve 600’ün aşkın ÖSO üyesi şehid oldu.
Astana-Soçi ekseni, İslam coğrafyasını iç savaşlarla çökertmek isteyen küresel çeteye verilmiş kararlı bir cevap oldu. Fakat gerek Rusya gerekse de İran’ın bölgesel ajandaları Suriye’de tünelin ucunu görmek için umut bağlanan bu anlaşmaların yürürlükte kalmasını oldukça güçleştirdi.
Suriye muhalefeti ile rejimin anlaşma zemini aradığı her masa, çok geçmeden darmadağın oldu. Ülkeye iç savaşın başından bu yana yüzbinlerce milis getiren İran, kadim şehirleri yakıp yıktı; Rusya ise olası bir yeni anayasa ve serbest seçim ihtimaline karşı Esed’e muhalif kimse kalmasın diye milyonlarca kişiyi bombalarla Türkiye sınırına sürüp koca bir coğrafyayı insansızlaştırdı.