Bilim ve teknoloji

04:0023/09/2024, Pazartesi
G: 23/09/2024, Pazartesi
Süleyman Seyfi Öğün

Âletlerin tuhaf bir târihi var. Onları tasarlayan ve üreten biz insanlarız. Modern bilim, fen sâhasında âletlerimizi hem nicelik hem de nitelik açısından muazzam bir gelişmişlik seviyesine çıkardı. 19. ve 21. asır arasında, son iki buçuk asırda oldu bunlar. Bu hızlı gelişmeler başlangıçta, binlerce senedir t abiata bağımlı yaşayan ve âletler itibârıyla donanımı sınırlı insanlığı çok farklı bir vasata taşıdı. Herkes, bilim ve fendeki bu gelişmelerin insanın yararına olduğunu düşünüyordu. Bilhassa


Âletlerin tuhaf bir târihi var. Onları tasarlayan ve üreten biz insanlarız. Modern bilim, fen sâhasında âletlerimizi hem nicelik hem de nitelik açısından muazzam bir gelişmişlik seviyesine çıkardı. 19. ve 21. asır arasında, son iki buçuk asırda oldu bunlar.

Bu hızlı gelişmeler başlangıçta, binlerce senedir t
abiata bağımlı yaşayan
ve âletler itibârıyla donanımı sınırlı insanlığı çok farklı bir vasata taşıdı. Herkes, bilim ve fendeki bu gelişmelerin
insanın yararına
olduğunu düşünüyordu. Bilhassa entelektüeller arasında çok yaygın olan bakış, teknolojik buluşların insanı
tabiattan özgürleştireceği, zihnen ve rûhen kendisini gerçekleştireceği çok mütekâmil bir medeniyet seviyesine ulaştıracağı
yolundaydı. Bilim insanlığa güven veriyordu. Sıradan insanlardan oluşan büyük kitlelerin ise,işin bu boyutuyla pek de alâkadar olduğunu zannetmiyorum. Onlar daha çok teknolojik ürünlere sâhip olarak daha uzun, daha sağlıklı ve konforlu yaşayacağını düşünüyordu.

Târihte Güzel Zaman olarak bilinen; 1870’lerden, 1914’de patlak veren I. Umûmî Harb’e kadar geçen, yaklaşık yarım asırlık bir zamânın rüyâsıydı bu. Bilim ve teknolojinin güzellemelerinin yapıldığı, esriklik içinde geçen zamanlardı.

Gelişmelerin pek hayra alâmet olmadığını iddia edenler yok değildi.Onların hatırı sayılır bir kısmı,
yeni işbölümünde kendilerine yer bulamayanlardı.
Eski kafalılıkla suçlanır ve lânetlenirlerdi. Onların karşı çıkışları, Ludist hareketlerde olduğu üzere tamâmen tepkiseldi. Saman alevi gibi parlarlar, sonra da yok olur giderlerdi.
Teknolojik gelişmelere
ahlâkî temelde,
meselâ
yabancılaşma
meselesini gündeme getirerek karşı çıkanlar da vardı. Teknolojinin getirdiği yeni iş görmek ve işlem yapmak tarzının, i
nsânî boyut kaybıyla
eşlendiğini iddia ederlerdi. Tespitleri, yer yer dikkat çekici ve düşündürücü olsa da, teknolojistler onları,
zihinlerini ve ruhlarını nostaljiden ve romantizmden kurtaramayan karanlıkçılar
(obskürantistler), geçmişe takıntılı hasta ruhlar olarak değerlendiriyordu. Onlarda, ana akım teknolojistlerin aksine,
gelecek kararıyor, geçmiş ise ışıyordu.
Bâzıları bu nimetlerin, çarpık
kapitalizmin fişeklediği
gelişmeler olduğunu görmüşlerdi. Bunu görenlerin bir kısmı, ahlâkî sâiklerle anti-teknolojist bir kulvara kayıyordu. Daha büyük bir kesim ise, kapitalizmin doğrudan fişeklediğini bilseler de,
kapitalist içeriğinden arındırılabilirse
, bilim ve teknolojinin insanlığın hayrına yeniden yapılandırılabileceğini zannediyorlardı.
Neticede, sayıları ve tesirleri giderek azalan ahlâkçı anti teknolojistler olsun, bilim ve teknolojiyi kapitalist tekellerden kurtarmak isteyenler olsun; şansları azalıyordu. İlki inandırıcılığını kaybediyordu. Son büyük dalga 1968’di. O da yandı, söndü. Diğerleri, yâni
kötü yola düşmüş bilim ve teknolojiyi kötü ellerden kurtarmak sevdâlısı
düzeltmeciler ise bunu asla başaramadılar. Başaramazdılar da…Kapitalizmdi bilim ve teknolojiyi kanatlandıran. Bilim ve teknolojiyi ondan arındırmak ideali, eşyanın rengini ondan almak kadar nâfileydi..

Büyük kitlelerin nazarında mesele çok başka türlü karşılanıyordu. Ne yâni, bilim ve teknolojiden vaz mı geçecektik? İnsan ömrünü uzatmak elimizdeyken bundan vazgeçip atalarımız ve dedelerimiz gibi 30-40 yaşlarında bu dünyâyı terk etmeyi içimize mi sindirecektik?. Çocuk felci, verem gibi illetler bilimsel buluşlarla kesin olarak ortadan kaldırılmamış mıydı? İnsan ömrünü uzatan teknoloji, olur ya, bir gün, en temel arzumuz olan ölümsüzlüğü bile bize armağan edebilirdi. Telefon 1871 senesinde icat edilmişti. Çok uzaklardaki eşimiz, akrabamız, dostumuzla, onlar sanki yanıbaşımızda gibi konuşabiliyorduk. Bunu bırakacak, haberleşmede, haftalar, aylar süren o bildik kısırlığa, sancılara râzı mı olacaktık? Demir yolları, kara yolları, köprüler, dağları delen geçitler yapılıyordu. Bütün dünyâ artık ulaşılabilir oluyordu.. Ne yâni bunlara yüz mü çevirecektik? Kimse kolay kolay bu soruların karşısında duramazdı.

Aslında bütün mesele, kapitalist üretimin uzun seneler boyunca ağırlıklı olarak
alt yapıcı
bir nitelik taşımasıydı. Bilim ve teknoloji altyapısal üretimlere adanmıştı. Kapitalist üretim, mühendislik temelde , mâdencilik, ormancılık, enerji, ulaşım, kitle iletişimi, kitlesel sağlık (hıfz-ı sıhha), inşaat, kimyâ ve mâkineler gibi dev sektörlerde yoğunlaşıyordu. Bu
altyapı yoğunluğu hem üretimi hem de tüketimi kitlesel ölçeklere
taşıyordu. Bilim ve teknoloji, kitlesel üretim ve kitlesel tüketimi gibi kaba evredeki bir kapitalizme hizmet ediyordu. Bilim ve teknolojinin, insanlığa yararlılık gibi kamusal bir değer iddiası kazanmasının sebebi de buydu. Sosyalistlerin bilim ve teknolojiyi ,kapitalist dinamiklerinden ayırıp revize etmek idealleri de bu
kaba kapitalizmin doğurduğu zorunlu kamusallığın
fonksiyonuydu. Oyunu bozan özel mülkiyetti. Onu da kamusallaştırınca herşeyin düzeleceğini zannettiler.
II. Umûmî Harp sonrası, bilhassa 1950’lerden itibâren üretimin ve tüketimin mâhiyeti ve veçhesi değişti. Bilhassa ABD’nin başını çektiği yapısal bir dönüşüm süreciydi bu. O güne kadar
kamusal ihtiyaçları önceleyen kapitalizm, bireysel ihtiyaçların karşılanmasına
evrildi. Avrupa ve Sovyetler’in kamuculuğu bunun gerisinde kaldı. Yeni kapitalizm, tük
etim kültürünü de bireyselleştirdi.
Aslında bireysel ihtiyaçlar, kamusal olanlara göre çok sınırlıydı. Onları hormonlamak ve büyütmek gerekiyordu. En temel ve tabiî olan ihtiyaçlar bile, sinema, TV ve yoğun reklamasyonlarla sonu gelmez
sun’i fantazmagorik ihtiyaçlara
dönüştürüldü. Çok sofistike bir kapitalizmdi bu. Kapitalist süreçlerin yaraladığı, örselediği, eksik ve yetersiz bıraktığı insan ruhları, tüketim fantazmaları üzerinden gerçeklerinden kopuyor, sun’i ve sanal bir dünyâya taşınıyordu. Burada gerçek dünyâlarda olmayan her şey sanal olarak olduruluyordu. Sistem bunu sanata dönüştürdü. O kadar ki, sanal artık gerçekten daha gerçekti. Bilim ve teknoloji ise artık onun hizmetindeydi.
Dijitalleşme
bu sanallığı en sofistike, en yoğun aşamasına taşıdı. Hepsi o kadar. İnsanlığın yutulduğu bir k
ara delikti
bu. O kara delikte bilim ve teknolojinin insanlığın faydasına büyük işler başaran kutlu faaliyetler olduğunu iddia etmek çok arkaiktir; en az Don Kişot tarzı, teknoloji ile kavga etmek, hesaplaşmak kadar..
#teknoloji
#bilim
#Süleyman Seyfi Öğün