AB tarihine baktığımızda kritik kararların olağanüstü şartlarda alındığını görüyoruz diyen Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Danışmanı Ali Yurttagül “Türkiye'nin üyeliği de böyle olacak” dedi. Ve ekledi; “Türkiye 2013'te AB'ye üye olacakmış gibi hazırlanmalı.”
1-2 Kasım 2010'da Türkiye'nin üyeliğine tam destek veren Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu İstanbul'da "Türkiye'deki Avrupa" başlıklı bir toplantı düzenledi. İki günlük bu toplantıda Türkiye'nin üyeliğine yine destek açıklaması çıktı. Bu hafta Söyleşi-Yorum'da Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu'nun siyasi danışmanı Ali Yurttagül var. Yurttagül ile Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye algısını, AB'ni ve üyeliği konuştuk. Yurttagül, 5 yıl aradan sonra gelinen durumu, eski heyecanından uzak olmasını; iki taraf içinde zorlukların farkedilmesine bağlıyor. Ve şunu ekliyor; "Türkiye olağanüstü gelişmeler sonucunda AB'ye üye olacak. Türkiye 2013 yılına kadar üyelik için hazır olmalı" diyor.
Şuradan başlayayım. Aradan geçen 5 yıl içinde Türkiye her açıdan giderek normalleşen bir ülke oluyor. İstanbul toplantımızda edindiğimiz izlenimler, Avrupa Birliği (AB) Komisyonu'nun bu yılki raporu, Türkiye'nin tüm sorunlara rağmen demokratikleşme ve AB yolunda ilerlediğini gösteriyor. Hatta son bir yıldaki gelişmeleri gerçekleştirilen en önemli politik ilerleme olarak görebiliriz. Halkın yüzde 58 gibi önemli bir bölümünün desteğini alan reform paketi ilk bakışta görüldüğünden çok şey değiştirmiştir. Yıllardır değinilmeyen asker-sivil ilişkisinde taşlar yerine oturmaya başlamış, bir bakıma Türkiye'de Ordu'nun konumu normalleşmiş, asker kısmen de olsa kışlaya çekilmiş ve en önemlisi kararları, bütçesi her kurum gibi hukuki denetim altına alınmış, siviller üzerindeki etkinliği sınırlanmıştır. AB ile müzakereler bu normalleşmeye katkı sunmuştur muhtemelen. Ama aradan geçen 5 yıl içinde çok farklı dünya konjoktürü ile karşı karşıyayız bugün. Şimdi gerek AB gerek Türkiye çerçevesinden baktığımızda belki eski heyecan yok gibi görünse de, bu iki tarafın da birbirinden vazgeçtiği anlamına da gelmiyor.
Yeşiller Avrupa Parlamentosu'nda Liberallerden sonra dördüncü büyük grup olmasına rağmen Türkiye politikasında oldukça önemli bir konumdalar. Grup Başkanımız Daniel Cohn-Bendit'ten sonra Joost Lagendijk AB-Türkiye KPK Eşbaşkanlığı'nı yürüttü ve Hélène Flautre ile Brüksel'de önemli bir konumu olan bu görevi yine Yeşiller yürütüyor. Niçin Yeşiller sorusunun cevabı ise oldukça basit. Zira Yeşiller yıllardır Türkiye politikasında en tutarlı politikayı savundukları gibi, Türkiye'yi çok yakından izleyen politik akımı oluşturuyorlar. İstanbul toplantımız, bir bakıma Türkiye'nin nabzını tutmak yanında dostlarımızla beş yıl aradan sonra tartışmak ve Türkiye'nin üyelik yolunda Ankara ve Brüksel'de ne yapılabiliriz sorusunu, yani beklentileri masaya yatırmak içindi. Brüksel'de AB'nin Türkiye politikasını yakından izleyen ve etkilemeye çalışan biri olarak, son aylardaki gelişmeleri oldukça önemli ve olumlu gelişmeler olarak algılıyoruz diyebilirim. Türkiye son beş yılda önemli yol almıştır.
O zaman sadece Türkiye'de değil Avrupa'da da çok büyük bir heyecan vardı. Avrupa Komisyonu'ndaki Türkiye oylaması önemli bir zirveyi sembolize ediyor. Ama müzakerelerin başlaması bazı gerçekleri ortaya çıkardı.
İki taraf içinde ortaya çıkan gerçek, iki tarafın birbirini hazmetmesinin zorluğunun farkına varmasıdır. Türkiye, AB için kolay hazmedilebilir bir ülke değil, aynı şekilde AB'nin Türkiye'den beklentileri de kolay uygulanır şeyler değil. 1999-2004 süreci ile 2005-2010 sürecini karşılaştırdığınız zaman ve son bir seneyi çıkarırsanız AB ile ilişkilerde Türkiye duraklama döneminde idi bir bakıma. Türkiye son 3-4 yıl içinde sürekli iç gündemiyle uğraşmak zorunda kaldı. Bu Türkiye için zor bir süreçti, bunu görüyor AB. Düşünsenize 2007'den 2009'a kadar hükümetin eli ayağı bağlandı. 2005 yılından 2009 yılı Ocak ayına kadar Başbakan Erdoğan Brüksel'e gelmedi, yani 4 yıl. Sanıyorum iki taraf da yaşanan bütün zorlukların farkında.
Birincisi Türkiye son halkada üye olan ülkeler gibi değil. Mesela Hırvatistan ile ilgili AP görüşmelerine çok az sayıda vekil katılır. Oysa Türkiye konusunun konuşulduğu Dışilişkiler Komisyonu'nun akşam 9'da yaptığı toplantıya bile en az 200'ün üzerinde izleyici katılır. Türkiye konusu Genel Kurul'a girdiği zaman sıralar doluyor. Çünkü Avrupa için Türkiye'nin üyeliği bir dönüm noktası. Türkiye ile birlikte birçok şeyi düşünüyor Avrupa. Müslümanlık giriyor, Avrupa'nın kültür boyutunu değiştiriyor. 80 milyona yakın insan giriyor, Avrupa'nın kimyasını değiştiriyor. Avrupa'nın coğrafyasını değiştiriyor. Avrupa bütün bunları düşünüyor, birçok açıdan Türkiye'nin üyeliği tartışılıyor. Oysa diğer ülkeler için bunların hiçbiri sorun değil.
Mesela, bugün Türkiye'siz bir AB'nin İsrail-Filistin meselesine bakışı ile Türkiye'nin üyesi olduğu bir AB'nin bakışı çok farklı olacaktır. Aynı şekilde Kafkaslar'la ilgili, İran ile ilgili politikası. Bunu çoğaltmak mümkün. Bütün bu tartışma alanlarında şimdi AB politikası ile Türkiye'nin üyesi olduğu AB'nin politikası çok farklı olacaktır. AB artık bunu daha net görüyor. Mesela eskiden AB'de korku şuydu…
Bundan 5-10 sene öncesine kadar Avrupa'daki korku şuydu: Milyonlarca Türk Avrupa'ya taşınacak. Ancak bu korku boş çıktı. Yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki, AB'deki Türkler, Türkiye'ye geri dönüyor, yani AB'ye değil Türkiye'ye göç başlıyor. Bunun anlamı, Türkiye giderek siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda daha tercih edilir bir ülke oluyor. Bir başka nokta, artık kendisine özgü bir dış politikası var Türkiye'nin. Son yıllardaki en çarpıcı değişiklik bu, Avrupa açısından. Türkiye artık Amerika'nın peşinde koşan, her şeye kafa sallayan değil, kendine özgü dış politikasıyla etkin bir ülke. Onun için Türkiye-AB ilişkilerinde ciddi yapısal değişiklikler var.
Bu konu AB için çok önemli ve en büyük sorunlardan birisi. Buradaki zaaf, AB'nin etkin bir ortak politika üretecek mekanizmadan yoksun olması. Bu çok kesin. Ve Avrupa ulus-devletleri böyle bir krizlere karşı tek başlarına mücadele edemeyeceklerini de gördüler. Bu yüzden AB, örneğin ortak para birimi avroya geçti ama ortak bir mali politika oluşturamadı, bunun sıkıntısını çekiyor. Bu durum bir bakıma genel olarak AB kararları için geçerlidir diyebiliriz. AB politikası pro aktif değil post aktif, yani sorunlara, krizlere çözüm üreterek şekillenen bir politika. AB'nin 10 senede alamadığı kararları bazen 3 ayda aldığını biliyorum. Türkiye'nin üyelik meselesini tartışırken bu gerçek gözardı edilmemeli. Bakın Türkiye için tarih isteyenler var, işte 2020, 2023 vs. bunların hiçbir anlamı yok. Çünkü öyle bir an gelebilir ki, Türkiye çok kısa sürede üye olabilir.
Evet neden olmasın. Bakın Yunanistan'ın üyeliğine. Üyelik askeri cuntanın düşmesinden sonra gerçekleşti. Hedef Yunanistan'ı stabilize edebilmekti. Aynı şekilde İspanya ve Portekiz, Frankist Salazar rejiminden kurtarmak için üye yapıldı. Doğu Avrupa'nın ülkelerinin üyeliği, Berlin Duvarı'nın yıkılması ile oldu. Bakın bütün bunlar hep olağanüstü gelişmeler. Bu açıdan, üyelik için konulan 10-12 yıllık milatlar, açık söylüyorum; geri zekâlılıktır. Bazı çevreler 2023'ü de telaffuz ediyorlar. Ben bunları anlamakta zorlanıyorum. Türkiye'nin çok daha erken AB'ye üye olabileceğini düşünüyorum. Diyelim 2013'de Ortadoğu'da veya enerji güvenliği ile ilgili olağanüstü bir durum olur, Türkiye'ye haydi buyrun masaya, sizi dışarıda bırakmak çıkarımıza değil, ortak karar alalım dediklerinde biz hazır olmazsak ne olacak? Ortadoğu'da önemli bir gelişme ve olası bir Türkiye faktörü, AB ülkeleri Türkiye'siz olmu-yor diyebilir. Yeşiller, bu gerçeği bugün de tekrarlayıp duruyor. Türkiye AB'ye 2013 yılında üye olacakmış gibi hazırlıklarını sürdürmeli. Hükümetin yapması gereken bu.
Bakın şu anda müzakereler yürüyor. Fasıllar açılıyor, fakat Güney Kıbrıs ve Fransa vetosu yüzünden açılmayan 14 fasıl var. Fransa iç politikası ve Kıbrıs ile ilgili sorunlardan kaynaklanan, Türkiye iç politikasından uzak, yani Kopenhag Kriterleri ile yakından uzaktan ilgisi olmayan nedenlerle müzakereler durma noktasına gelmiş bulunuyor. Bu yüzden Başbakan'ın "Ankara Kriterleri" lafını çok seviyorum. Şunun için, teknik olarak Türkiye hiçbir kimse ile masaya oturmadan müzakereleri bitirebilir. Sonuçta fasılların açılması teknik bir iş. Ama o fasılda yapılması gerekenler, standartlar belli. Türkiye bunları yapmak için ille fasıl açmak zorunda değil. Ankara Kriterleri olarak AB'nin kriterlerini iç mevzuata 2013 yılına kadar uygularsa, zaten AB'ye hazır olmuş olur. O süreçte AB'nin yapacağı, politik engeller aşıldığında fasılları teknik olarak açıp kapamak olacaktır. Bu bir günde gerçekleşebilir.
Evet. Bunu Türkiye kendi halkı için yapmalı. Sadece AB üyeliği için değil. Bunun için AB'nin karar almasına gerek yok. Ben Türkiye'nin AB'ye üyeliğini olağanüstü bir gelişmeden sonra gerçekleşeceğini düşünüyorum ve Türkiye buna hazır olmalı diyorum.
Daniel Cohn-Bendit'le müzakereler üzerine bahse girmiştik on yıl önce. O Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlamayacağını düşünüyordu. Bir kasa Grand Cru Fransız şarabı kaybetti. Münecimmlik yapmıyorum. İki tarafında çıkarına olduğu için Türkiye üye olacaktır diyorum. Olması gereken de bu. Bu gün sorulması gereken soru, üyelik sürecinin iyi yönetilip yönetilmediğidir.
Yeşiller çevre meselesinde olduğu gibi, bir zamanlar "marjinal" olan sorunları geniş halk kitlelerine kabul ettirme kültüründen gelen, yani azınlık olarak da doğruları savunarak politik etkinlik kazanılabileceğini yaşamış bir hareket. Türkiye politikasında da durum farklı değil. Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Kalkınmış, ekonomik refaha ulaşmış, iç barışı yakalamış bir Türkiye'nin Ortadoğu'da önemli bir istikrar unsuru olacağını, barışı getirebileceğini düşünüyoruz. Türkiye'nin üyeliği ile "Hıristiyan AB" tartışmasının da biteceğini, AB'nin evresel değerler temelinde şekillenen bir kurum olduğunun normal bir algı haline geleceğini görüyoruz. Bu AB ülkelerinde yaşayan 20 milyonun üstüde Müslümanlar kadar diğer azınlıklar için de önemli. Bu yüzden Yeşiller'in Türkiye'nin üyeliğine verdikleri destek sürecektir.
Ne yazık ki durum hiçbir ilerleme olmayacak ve hiçbir karar da alınmayacak gibi görünüyor. Acı gerçek bu. Çünkü, AB'nin çoğunluğu Kıbrıs meselesini bilmiyor. İkincisi ise hiçbir üye, Güney Kıbrıs'ın ayağına basmak istemiyor. Üçüncüsü de, şu anda gerçekten Kıbrıs konusunda olağanüstü bir durum, yani kriz olmadığı için karar alma gereği yok bir bakıma. Kuzey de, Güney de rahat görünüyor.
Öyle ama AB'nin bakışı başka. Kimse kriz çıkarmak istemiyor. Kıbrıs meselesinde çok şey yaptık, fakat devamlı hayal kırıklığına uğradık. Galiba ve üzülerek söylüyorum Denktaş bu konuda giderek haklı çıkacak.
Öyle görünüyor. Çünkü yeni nesil birbirini tanımıyor ve giderek yabancılaşıyor. Zaman faktörünün ne anlama geldiğinin farkında değiller. Ve bir birini tanımayan iki neslin gelecekte bir arada yaşaması çok zor görülüyor. Ama yazık oluyor iki halka da. Tabii burada büyük sorumluluk son yıllarda Rum tarafının ve liderliğinin. Annan Planı'nı reddetmek tarihi hata idi. İleride arayacaklarını düşünüyorum. Onlar kazanılmış pozisyonlarını koruyorlar sadece. Tabii burada bu halde üyeliğe yeşil ışık yakan ve Kıbrıs meselesini yüzüne gözüne bulaştıran AB'nin de sorumluluğu var. Kıbrıs sorununun 1950 ve 1960 yıllarına biraz yakından baksak, çözümsüzlüğün sadece Denktaş'tan kaynaklanmadığını, sorunun güneyden kaynaklandığını görebilirdik. Annan Planı ve Talat deneyimi bu gerçeği gösterdi bize. Fakat karamsar olmaya gerek yoktur sanıyorum. AB Kadıköy'ün üçte biri nüfusa sahip bir yarımada için Türkiye'den vazgeçemez.
Şu çok önemli, Türkiye tarihinde modernleşmeyi daima bir Avrupalılaşma süreci olarak yaşadı. Ve Avrupalılaşmak toplumun geniş kesiminin sorunu olmadı. Dar elit bir ke-simin sorunu oldu bu. Ve bu kesimler daha çok, Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde, sınırlı ve bir bakıma "devlet" kadroları oldular. Bu kesimler için Batılılaşmak, Avrupalılaşmak bu kültürü derinleştirmek olarak değil, kılık kıyafetten yaşam biçimine kadar salt görsel olarak hayata geçirdi. Avrupalılaşmayı, köstüm modernliği ile sınırladı. Bu kültür Batı özentisi olarak Batılılaştı ama modernleşemedi. Bu sınıf için kendileri dışında kalanlar, Anadolu'da yaşayanlar öteki idi. Ancak bu modernliğin uzun yolu yoktu. Nitekim son yıllarda yaşanan budur. Özellikle 1980'lerden sonra yaşanan bu.
1980'li yıllardan Anadolu'nun önce ekonomik olarak kamusal alana çıkışını gördük. 1990'lara aktif biçimde politikaya, kamusala alana girişini yaşadık. Ve 2000'li yıllarda AK Parti ile birlikte iktidar olarak sahneye çıktılar. Kabul edelim ki, ortada var olan durum bir paradoks gibi görünü-yor. Bugün Türkiye'de demokratikleşme, mo-dernleşme sürecini muhafazakâr, düne kadar sistem dışında olan bir kitle taşıyor. Mesela başörtülü kızları dinlediğim zaman etkileni-yorum. Bu kızların üniversitelere gitmelerini evden "haremden" çıkma olarak görüyorum. Bu kızların üniversite kapılarına dayanması onların, annelerinin "haremlere" başkaldırısıdır bir bakıma. Şu anda, Batılı anlamda burjuva demokrasisinin Anadolu'dan geldiğini izliyorum, Avrupa'dan bakınca. İşin ilginci İzmir, Ankara, İstanbul seçkinleri, askeri-sivil bürokrasi, TÜSİAD içine kümelenmiş klasik Türk burjuvazisi suskun. Anadolu'dan gelen bu dinamik Türkiye'yi Avrupa'ya taşıyor. Son referandumda yaşadık biz bunu. Mesela YAŞ kararlarının mahkeme denetimine alınması bir devrimdir.
Artık şunu da görmemiz gerekiyor, Türkiye modernleşme kalkınma sürecinde artık Avrupa'ya gidiş olarak algılanmıyor. Dış politikada da öyle, ekonomide de öyle. Mesela İstanbul'da Başbakan Erdoğan-Daniel Cohn-Bendit ikili görüşmesini 14 yıl sonra ikinci defa izleme olanağını buldum. Görüşme yaklaşık 1,5 saat sürdü. Kendisini İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde 1996'da da ziyaret etmiş, iki saatten fazla görüşmüştük. İki Erdoğan arasında dağlar kadar fark var. Demek ki insanlar kırkından sonra da çok değişebiliyormuş, olumlu anlamda söylüyorum.
Mesela, Tayip Bey'in laiklik konusunda Refah çizgisini geride bırakmış olduğunu izledim. Bu konuda bizim, yani Avrupa Yeşilleri'nin çizgisine oldukça yakın bir konumda artık. Meseleye inanç özgürlüğü kapsamında bakıyor bugün.
Aynen. Son referandumda yakından yaşadık. Türkiye'nin demokratikleşme dinamiği AB endeksli değil artık. Referandum kampanyasının en önemli sonucu "evet, fakat yetmez" görüşünün etkinlik kazanması ve yeni anayasanın yolunun açılmış olmasıdır. Önümüzdeki aylarda Türkiyenin 12 Eylül darbesinin tüm tozunu sikleleyip atacağını izleyeceğiz. Dış politikada da izliyoruz bu gerçeği. Türkiye'nin bugün izlediği dış politika, kendi toplumsal tarihi ile özdeşleşiyor, yani iç dinamiklerden kaynaklanıyor. Oysa eski dış politikası Türkiye gerçeği ile özdeşleşmiyordu. Evet, bir dış politika vardı ama bu aslında Batı'nın kuyruğuna takılmaktan ibaretti. Kendine özgü pek bir şeyi yoktu.