Ümit Fırat, Kürt sorununun çözülmesi konusunda elimizdeki tek şansın eylemsizlik olduğunu söyledi. Fırat; “Eylemsizlik süreci ne kadar uzar ve bu süreç kalıcı bir hale dönüşürse, çözüme o kadar yaklaşmış oluruz. Ülkenin batısını da yumuşatıp ikna edebiliriz.” dedi
Bu hafta Söyleşi-Yorum'da Kürt aydın Ümit Fırat var. Fırat'la geldiğimiz noktayı konuştuk. O barışa biraz zaman olduğunu düşünüyor. Barışın anahtarının ise “eylemsizlikte” görüyor. Eylemsizlik ne kadar uzarsa çözüme o kadar yaklaşırız diyor Fırat.
O noktaya yaklaşıyoruz. Şu anda karşılıklı olarak bir güvensizlik ortamı var. PKK'yı yönetenler, PKK'nın eylemci güçlerine tamamen hâkim gibi gözükmedikleri gibi, Türkiye'yi yönetenler de, çoğu zaman devlet içersinde olan biten her şeyi kontrol edecek inisiyatife sahip olamıyorlar. Tabii hükümet de zaman zaman geri adımlar atabiliyor. Ancak referandumdan çıkan yüzde 58'lik sonuç, hükümete siyasi sorunlarda cesaretle adım atabilecek bir güven duygusu sağlamıştır. Bir reform sürecine girmek için gerekli görülen anayasa değişikliği kampanyasında, “bu yapılanlar Türkiye'yi bölecektir” denildiği bir ortamda, aşırı sağ ve milliyetçi partinin önemli bir kesiminden destek alarak oy toplamışsa, elbette cesaret verici bir gelişme söz konusudur. Bu, bir Hürriyet yazarının söylediği gibi AK Parti'nin elini bağlamıyor, tersine elini güçleniyor. Onun için hükümet burada mümkün olduğu kadar güven verici olmalı ve kararlı durmalıdır. Eylemsizlik süreci uzadıkça hükümetin reformlar konusunda adım atmaktan çekindiği nedenlerden biri olarak görülen Türkiye'nin Batısı'nda yaşayanlar da yumuşar ve ikna edilir. Askere giden evlatlarının askerlik sürelerinin bitiminde sağ salim geri dönerek ailelerine kavuşmaları, işlerine güçlerine dönmesi gibi bir umuda, bir beklentiye sahip olmak bu mesele konusunda atılacak adımlar karşısındaki tepkileri azaltır ve süreci yumuşatır.
Evet. Eylemsizlik süreci ne kadar uzar ve bu süreç kalıcı bir hale dönüşürse, çözüme o kadar yaklaşmış oluruz. Çünkü şehitlerin, cenazelerin olmadığı ortamda rahatlıkla konuşabiliriz, tartışabiliriz ve çözüm üretebiliriz. Ülkenin Batısını da yumuşatıp ikna edebiliriz.
Bakın Öcalan'la bir şekilde görüşülüyor, toplum ayağa kalkmıyor. Burada sorun şu; Türkiye'de özellikle muhalefet partileri, eski alışkanlıklarıyla hala popülist politikalarla siyaset yapmayı marifet saydıkları için, şehitleri de, şehit cenazelerini de istismar ediyorlar. Cenaze törenlerinde boy gösterip kan üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışıyorlar. AK Parti'yi, Başbakan'ı, hükümet üyelerini hedef gösteriyorlar. Açılım politikaları başladığı için bütün bunlar oluyor diyorlar. Oysa bu yorumlar doğru değil. Topluma indiğinizde belli duyarlılıkları olanlar var, ama birçok araştırma da, toplumun her kesimin şiddetin bitmesinden yana olduğunu gösteriyor. Ben şiddet olmadıkça, şehit cenazesi olmadıkça siyasilerin bu tür manipülasyonları yapamayacağını düşünüyorum. Bu da AK Parti'nin kullanması gereken önemli bir şans bence.
Abdullah Öcalan'ın özellikle seçimleri referans almasını ben önemli buluyorum. Çünkü Öcalan 2011 yılında yapılacak genel seçimler sonucunda, zayıf bir ihtimal de olsa, reformların önünü kesebilecek olasılığı dikkate alıyor. Ama benim sezebildiğim kadarıyla Öcalan 2011 seçimlerinde de reformlar vaat edecek olan AK Parti'nin seçimleri kazanabileceğini seziyor. Öcalan her ne kadar böylesi bir sürecin AK Parti hükümeti ile yürütülmesini istemiyor olsa bile, görülen o ki, başkaca bir alternatif de yok. Bir anlamda AK Parti Öcalan için de bir umut olmakta. Aysel Tuğluk'un görüşmesinden yansıyan da bu.
2007 yılı 22 Temmuz akşamı benim yaptığım bir yorum vardı ve demiştim ki, “bu seçim sonuçlarına baktığımızda, bir sonraki seçim sonucunun da belli olduğunu ilan edebiliriz.” Her ne kadar son bir buçuk-iki yıl içersinde AK Parti kısmen zayıfladıysa da, referandum sürecinde bu kayıpları telafi etti bence. Üstelik ettiği gibi kendisini bağlayan bir reform sürecini de başlattı. Artık AK Parti bu işi sürüncemede bırakamaz. Yani yeni anayasa talebini, demokratikleşmeyi, sivilleşmeyi daha ileriye taşımak zorunda AK Parti. 2011 seçimlerinde bu konularda adım atan bir partinin başarısız olması için bir neden yok. Bence Öcalan'ın İmralı'dan gördüğü fotoğraf da bu olmalı. Eylemsizlik çağrısında yer alan seçimler sonrasına kadar olan tarihi ben bununla bağlantılı görüyorum.
Hükümetin sınır ötesi operasyon yetkisinin uzatılması nedenlerden biri olabilir. Ama farklı bazı endişeler de olabilir. Önümüzdeki bir aylık süre içersindeki gelişmeleri değerlendirip daha sağlam bir ortam beklentisi olabilir. Ayrıca KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, Öcalan'ın belirttiği süreyi de aşarak 'Karşılıklı güven verici çabalar gelişirse ateşkes süresize dönüşebilir' dedi.
Hükümetin bazı adımlar atarak, “Org. Muğlalı Kışlası” isminin kaldırılması, yer adlarının eski haline dönmesi, inkâr ve asimilasyonu amaçlayan ders kitaplarının yeniden yazılması gibi günlük hayatımıza yansıyacak ve birçoğu kolaylıkla gerçekleştirilebilecek kimi basit uygulamalarla bu konudaki kararlılığını hissettirmesi lazım. Hatta Öcalan'ın cezaevi koşullarının da düzeltilerek, diğer tutukluların yararlandığı haklarla eşit hale getirilmesi de önemli ve hemen gerçekleştirilebilecek şeylerdir. Tabii orta ve uzun vadede ciddi birtakım adımları atabileceğine dair çalışmalara başladığını ve bir reform sürecine girdiğini göstermelidir. Bu süreç bir örgüt talebi gibi değil, Türkiye'nin genel bir demokratikleşme süreci olarak ele alınmalıdır.
Çok şey. Bu görüşmeler geç kalınmış ama önemi kavranmış bir süreç. Görüşmeleri devlet adına birileri yürütüyor ama biz biliyoruz ki, bu büyük oranda hükümet inisiyatifiyle sürdürülüyor. Bu bile geçmiştekilerden önemli ve belirleyici bir fark. Siyasi irade buna karar vermiş ve bu yaşanan süreci, geçmişe oranla daha kalıcı bir süreç haline sokmak ve sonuç almak istiyor. Hükümet kendisini daha güvenli hissediyor. Özellikle YAŞ toplantıları sürecindeki tavrı, ardından referandumda elde edilen yüzde 58'lik evet oyu, hükümetin siyasi olarak hareket alanını genişletti. Ve hükümet, devlet kurumları içersinde en büyük belirleyici bir siyasi güç haline geldi. Hükümetin bu güç ve cesaretle bir risk alması, Kürt sorununu çözme konusundaki siyasi iradesinin bir göstergesi. Bir başka önemli olan nokta ise hükümetin yakın geçmişten bazı dersler alması olarak ifade edilebilir.
Öcalan Şam'dayken de birtakım adımlar atmak istediğini hep söylüyordu. Bu sözünde kendisi yeterince durabiliyor muydu? Burada iki tarafta da isteksizlikler vardı. Tam ışık görüleceği sırada da birtakım provokasyonlar oluyordu.
Aynen. Bu tür olayların ardından hemen operasyonlar başlardı ve çatışmalar yoğunlaştırılırdı. İşte bu noktada hükümete ve PKK'ye şu çağrıyı yapmak gerek. Hükümet, bu tür bir provokasyonlardan hemen sonra sınır ötesi operasyonlar ya da intikam amaçlı şiddet kullanılmasına, halka kötü davranılmasına izin vermesin. Tabii güvenlik tedbirlerini arttırsın ama provokasyon yapanların hedefledikleri cevabı vermesin. Nitekim Dörtyol olayında hükümet bu tuzağa düşmedi. Bundan sonraki süreçte de özellikle devletin operasyonları azaltması süreci epeyce kolay ilerlemesine yardımcı olacaktır.
Kabul etmeliyiz ki, bu süreç provokasyonlara açık bir süreçtir ve çözüm de bu provokasyonlara rağmen ilerlemektedir. Siz böylesine devasa ve kangrene dönüşmüş bir meseleyi çözmek üzere birtakım düğmelere bastıysanız kaçınılmaz olarak bazı riskler ve provokasyonlar gelecektir; bunu göze alacaksınız. İşi çözerken bunların ne âlemi vardır demek doğru değildir.
Kısmen evet. Ama o zaman bu şansı kaçırdık.
17 Nisan 1993'te Özal'ın ölüme kadar süreç neredeyse bazı güçleri arasında yürüttükleri diploması ile süresiz ateşkes sürecinde idik. Özal'ın ölümünden sonra Demirel cumhurbaşkanı oldu. Erdal İnönü Başbakan vekiliydi. DYP'den İsmet Sezgin İçişleri Bakanı olarak 24 Mayıs 1993'de MGK'da tavsiye karar olarak çıkan dağdakilere af projesi üzerinde çalışıyordu. 25 Mayıs 1993 günü Demirel, Bakanlar Kurulu toplantısına ilk kez Cumhurbaşkanı olarak katılacaktı ve o günkü Bakanlar Kurulu'nun gündeminden özel bir konu vardı; “PKK üyeleri için af”. Eğer bu af ilan edilebilse idi, bu PKK'yı dağdan indirebilecek güce sahipti. Savaş lobisi işini kaybedecekti. Tonlarca cephane ellerinde kalacaktı. Ama olmadı. O gün Bingöl'de 33 er kurşuna dizildi.
Bu olayı gerçekleştiren time yanlış istihbarat verildi. O timde gidip 33 silahsız askeri öldürdü. Af'ta rafa kalktı, ateşkes de. O güne kadar elde edilen bütün kazanımlar sona erdi.
Barışı istemeyen bugün, Ergenekon ve benzeri dediğimiz yapılardı. Bu yapının üyeleri PKK'ye doğru olmayan bilgiler vererek bu eylemi yaptırdı. Çünkü bu olaydan sonra barış mevsiminin biteceğini biliyorlardı. Başardılar. Yıllar sonra Şemdin Sakık, “Biz Bingöl - Elazığ karayolu üzerinde 33 erin öldürülmesi eylemini Öcalan'ın bilgisi dahilinde yaptık,” dedi. Öcalan eylemi PKK'nin yaptığını kabul etti, ama bir süre sonra o da işin içinde karanlık bir şeyler olduğunu anladı. Ne var ki, yaşanan en kanlı sürecin senaryosu sahneye konulmuştu artık ve geriye dönüşü uzun bir süreye mal olacak olan çatışmalar yeniden başlamıştı.
Türkiye'nin geçmişine gidildikçe, istikrarın, barışın sağlandığı her dönemde mutlaka ülkeyi istikrarsızlaştıracak bir ya da daha fazla eylem görürsünüz. Özel olarak 1993'ü aldığımızda gerçekten açılması gerek çok doya var. 15 Nisan 1993'de bunu süresiz uzatıyor. 17 Nisan 1993'de sürecin mimarı olan Turgut Özal ölüyor. Sonra aslen Kürt olduğu da ifade edilen Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis şüpheli biçimde ölüyor veya öldürülüyor. Ve 33 erin Bingöl'de öldürülmesi. Sonra Demirel-Çiller dönemi, köylerin boşaltıldığı, faili meçhullerin tavan yaptığı ve Kürt sorununda şiddetin en yoğun yaşandığı dönem. Bakın bu sadece bir dönem. Yani 1993-1995 dönemi diyelim. Oysa bundan önce de sonraki bazı tarihi dönemler de sürekli benzer şeyler oluyor.
Mesela 1976 sonundan itibaren başlayan olaylar, 1 Mayıs 1977, Savcı Doğan Öz'ün öldürülmesi, Ecevit'e düzenlenen suikast ve 1980 Darbesi'ne giden dönem. Yani 1976-1980 dönemi. Bu dönemde olan olaylara tesadüf denebilir mi?
Denemez. Bunları yapan bir ortak akıl var. Bunu o zamanlarda söylüyorduk. Adını bilmiyorduk ama onun yaptığını seziyorduk. Şimdi Ergenekon olarak ortaya çıktı. 1993-1995'de adı Jitem'di, 1971 sonrasında, kontrgerilla idi. Bu yüzden 2007'de başlayan Ergenekon soruşturması çok ama çok önemli. Ve şimdi Savcılar dava ilerledikçe işin sadece Ergenekon ile sınırlı olmadığını görüyorlar. Şimdi 1993-1995 dönemine Jitem'e gidiyorlar emeninin bir süre sonra Özel Kuvvetlere yani 1976-1980 dönemine de gidecekler. Bu süreç 6-7 Eylül 1955'e kadar da, daha geriye de gidebilir. Bunun zaten başka yolu yok. Çünkü bunlar birbirinden bağımsız değil. Bu süreç aslında karanlık bir tarihle yüzleşmedir. Bundan kaçış görünmüyor.
Tabii buradan giderek, JİTEM çıkıyor ortaya. Ergenekon başlangıcında bu kadar tartışılmıyordu Jitem. Şimdi onu tartışıyoruz.
Her iki kurumun pozisyonları farklıdır. DTK'nın başına Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un Eşbaşkan olarak gelmeleri Türkiye'ye dönük bir mesajdan ziyade kendi içyapılarına da mesajdır. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk kendi tabanları dışındaki sivil toplum yapılanmalarına ve kitlelere ulaşmak için uygun birer ses, birer kanaldırlar. Ama süreci taşıyacak olan ve meşru bir parti olarak parlamentoda grubu olan BDP'dir, siyasettir.
BDP'nin şiddeti ve silahı çözüm aracı olarak olabildiğince dışlayan bir söylem geliştirmesi gerekiyor. Ya da kendi dışında alınmış kararlara boyun eğmek zorunda olmayacağı zeminlere kayması gerekir. Kandil'de, İmralı'da veya birtakım yerlerde bazı kararlar alınıyor ve BDP de davranışlarını bu kararlara göre belirliyor. PKK veya İmralı bir karar aldığı zaman BDP buna uyuyor. BDP artık şunu söylemeli; biz bazı kararlar aldığımızda siz de bunu makul karşılayın ve saygı duyun. Üstelik BDP bunun yapabilecek meşru, demokratik kanallarla ve imkânlara sahip. BDP'nin sorunu bu imkânlara yeterince sahip çıkmamak ve bunun geliştirememek.
İkincisi BDP bu süreçte rol üstlenmelidir. Çünkü BDP siyasal bir partidir ve TBMM'dedir. Üçüncüsü PKK'ya şiddete başvurmama konusunda daha güçlü çağrı yapabilir. Ve PKK şiddetini sorgulama cesareti gösterebilmelidir. Mesela Reşadiye'de askerlerin pusuya düşürülüp öldürülmesini DTP lideri iken Ahmet Türk tepkiyle karşıladı, ama sonu gelmedi. Bu tür olayların üzerine parti olarak gidebilmeli. En son olarak Batman'da patlayıcıyla hayatını kaybeden 4 kişinin evlerine BDP'liler taziyeye gittiler; gittiler ama bunun kimin tarafından yapıldığı konusunda güçlü ve eleştirel bir ses çıkaramadılar. BDP bunları yapmadığı sürece siyaseten çok fazla etkili olamaz.
Evet. STK temsilcileri bu tip açıklamalar yaparak açıkçası önemli bir risk almışlardır. Bu tür açıklamalar 1990'ların ilk yarısında yapmak zordu ama şimdi yapılabiliyor. Bu aslında Türkiye'de yaşanan büyük değişimin de işareti. Düşünün bugün BDP, demokratik özerklikten bahsedebiliyor. Bunlar 5-10 sene önce mümkün müydü? Kürt dediğinizde içeri alınıyordunuz neredeyse. Bugün böylesi bir dönemde artık insanları eskisi gibi hizaya sokamıyorsunuz, o insanlar da kendileri için, gündelik hayatları için, Türkiye için daha iyi olanı ifade etmekten çekinmiyor. Bölgedeki bu çıkışların farklı birer ses olarak ortaya çıkıp etkinlik sağlamaları, PKK'yi de, Öcalan'ı da rahatsız ettiği bir gerçek. Keza BDP'nin Genel Başkanı da “onlar Diyarbakır halkını temsil edemez” dedi. Onlar istiyor ki, bölgede bütün Kürtler BDP'yi desteklesin, PKK'nin bütün söylediklerini onaylasın. Bu demokrasi değil itaat isteğidir. Ne yazık ki, bu tip farklı seslere tahammül göstermiyorlar. Ama alışmak zorundalar. Çünkü bölgede gerçekten başka görüşler, başka fikirler de var ve giderek güçleniyorlar.