Emekli Askeri Sıkıyönetim Savcısı ve dönemin ANAP Milletvekili Faik Tarımcıoğlu, Susurluk'un Ergenekon'un prototipi olduğunu söyleyerek; “Susurluk'u çözmeye Meclis'in gücü yetmedi. Askerler arkasına büyük basını alarak olayı kapattı. O dosya yeniden açılmalı.”
Her üç şüpheli ölümün arkasındaki ortak nokta Kürt sorununun çözülmesi için var olan ortak çaba. Daha doğrusu 1992 sonundan itibaren başlayan ve 1993'te ete kemiğe bürünen çözüm ve barış umudunun bitirilmesi var.
Ancak o dönem bu olayların üzerine gidecek savcı olmadı. Anayasa Mahkemesi Eski Raportörü Osman Can bir söyleşide şu mealde bir şey söylemişti; 1990'larda işlenen 17,500 faili meçhul için soruşturma açtırmayan savcılar Türkiye'nin karanlık tarihin suç ortağıdır.
Bugün bu karanlığın parçası olmayı reddeden cesur savcılar var ve sadece 2000'lerdeki darbe girişimlerini değil, 1990'larda sorgulamaya başlıyor.
Bu hafta Söyleşi-Yorum'da her üç şüpheli ölüme yakındandan tanıklık etmiş Emekli Askeri Sıkıyönetim Savcısı ve dönemin ANAP Milletvekili Faik Tarımcıoğlu var. Tarımcıoğlu ile bu ölümleri ve Türkiye'nin bu ölümlerle kaçırdığı fırsatları konuştuk.
1993 yılı Türkiye'nin en karanlık yılıdır. Bir kara deliktir. Bu yıl içinde yaşananlar gün gün ortaya çıkarılmazsa temizlik eksik kalır. 1993'de adım adım doruğa çıkan süreç 1990 ve 1991'de başladı. O yüzden belki oraya da gitmek gerek.
Bu dönem, birbiriyle bağlantısız seri ölümlerin olduğu dönemdir. Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Korgeneral Hulusi Sayın, Korgeneral İsmail Selen'in öldürülmeleri 1993'e zemin hazırlamak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Ardından 1993 yılında yaşananlar.
Özellikle 1990 yılında öldürülen Emeç, Üçok ve Aksoy cinayetlerinden sonra hemen iş İran'a ihale edildi. Çünkü öldürülenlerin kimliğinden çıkan buydu. Aslında istenen buydu. Cinayeti işleyenler ya da işletenler toplumu böyle yönlendirmek istediler ve başarılı oldular. Sayın ve Selen'in ölmesi ise Kürt sorunun ve bölgede işlenen faili meçhullerin son bulması, Kürt sorununun çözülmesi için yapılan bazı görüşmelerin önünü kesmekti. Ortak hedef, Türkiye'yi güçsüz bırakmaktı. Yani bu cinayetler, Türkiye'de hem bir İran korkusunu hem de Kürt sorununun çözümsüzlüğünü besledi ve 1993'e geldik.
1993 yılı Türkiye'de 1980'de açık darbesinden sonra örtülü darbenin olduğu yıldır. Bu yüzden karanlıktır ve aydınlatılması gerekir. Şunu kabul etmek gerekiyor, devletin içinde birileri Kürt sorununu dert edinmişti. Ve 1990'ların başından itibaren bu konuyla ilgileniyordu. Hulisi Sayın ve İsmail Selen'in öldürülmeleri, şiddet yanlılarının operasyonudur. Ama bu operasyonlar barış arayışını durduramamıştır. 1992'nin ortasından itibaren Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın da bilgisi dahilinde Eşref Bitlis Irak'ta Barzani ve Talabani ile temasta bulunarak sorunun çözülmesi için bazı adımlar atılması noktasında mutabakata vardılar. Ve süreç 1993'te Abdullah Öcalan'ın önce 16 Mart'ta bir ay sonrada 15 Nisan'da süresiz ateşkes ilan etmesine kadar gitti. Ama çözümü istemeyenler de boş durmadılar.
Evet 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcu. Ardından 5 Şubat'ta Özal'a Kürt sorunu konusunda rapor hazırlayan Adnan Kahveci trafik kazasında, 17 Şubat 1993'de bu işin mimarlarından olan Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in çift motorlu uçağı düşerek ve 17 Nisan 1993'de Turgut Özal'ın şüpheli ölümü. Sonra devam etti. 25 Mayıs'ta korumasız yola çıkarılan 33 erin Bingöl'de şehit edilmesi, 2 Temmuz Sivas'ta Madımak, 5 Temmuz Başbağlar'da 33 köylünün öldürülmesi, 22 Ekim'de Jandarma Tugay Komutanı Bahtiyar Aydın ve aynı ay JİTEM'in kara kutusu Cem Ersever'in öldürülmesi.
Olamaz. Bütün bunlar, 1993'de sağlanacak barışı sabote etmek isteyen derin yapının hem devlet içindeki, hem PKK içindeki hem de dış güçlerin de desteği ile yapılan eylemleridir. Barış lafını kullanan, şiddetle Kürt meselesi çözülmez diyenlerin hepsi birer birer öldürüldü. Nitekim 1994'den sonra başlayan süreç şiddet ve terörün artması ve Türkiye'nin terörle mücadelede yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Bu süreç sadece daha fazla ölüm ve maliyet getirmedi aynı zamanda bu derin yapının maddi olarak da palazlanmasına yol açtı.
Özal'ın kafasında kademeli bir af vardı. Önce suça karışmayanlar gelecekti. Peyderpey diğerleri. Ki Özal öldükten sonra 24 Mayıs'taki MGK'da bu plan hükümete tavsiye kararı olarak çıktı. 25 Mayıs'ta hükümet bu konuyu konuşacakken Bingöl'de 33 er öldürüldüğü haberi her şeyi bitirdi.
Adına kontrgerilla deriz, başka bir şey deriz onu bilmem ama yapanlar bunlardı. Ve bunlar şimdi ilk defa ortaya çıkmak üzereler.
Evet. Eşref Bitlis Paşa ile ölümünden 10 gün önce Karargah'ta görüştük. Uzun uzun terör konusunu konuştuk. “Biz yanlış yaptık, burnumuzdan kıl aldırmadık dedi Osmanlı gibi davransaydık, bu mesele çözülmüş olurdu” dedi. Çok net tarifti bu, ki şimdi devletin geldiği nokta da budur. Açılım budur.
Osmanlı modeli derken kast ettiği etnik ve kültürel farklılıkların bir arada yaşayabildiği, devletin farklılıklara toleransla yaklaştığı bir toplumsal modeldi. Bitlis Paşa şunu çok iyi gördü; Kürt sorunu şiddetle çözülmez. Galiba işin sırrı burada. Eşref Bitlis barıştan yana biriydi. Kuzey Irak'ta Barzani ve Talabani ile görüşmelerin çok olumlu olduğunu ve “PKK'nın silah bırakabilmesi konusunda adımlar atılmasının yakın olduğunu söyledi” bana. O, PKK'nın uluslararası gizli servislerin maşası olduğunu tespit etmişti. Özal'da bu fikirdeydi. Bitlis, Kürt vatandaşlarını PKK'dan ayırmak istiyordu. 1993'te bu umut doğdu. Ancak bu süreci sabote edenler önce Bitlis'in uçağını düşürdü.
Bildikleri yüzünden. Birinci neden, delillerin imhası. İkincisi, barış isteyen herkesin ortadan kaldırılması. Bence Bitlis'in ekibi, bölgedeki faili meçhullerin kimler tarafından yapıldığını, kimlerin üstüne atıldığını biliyorlardı. Ayrıca Kürt sorununun devletin içinde, PKK içinde çözümünü istemeyenleri, kimin ikili oynadığını, kimin dış bağlantılı olduğunu da biliyordu bu ekip. Öldürülme sebepleri bu. Bitlis'i öldürenler ekibi de ortadan kaldırarak riski sıfırlamış oldu.
7 Nisan 1993'de Çankaya'da uzun bir görüşme yaptım. Bana “Kürt sorununu mutlaka çözmemiz gerektiğini ancak buna Demirel'in ve derin yapının direndiğini” söyledi. Buna kendi kurduğu parti de, dahil olmalı ki, “siyasete geri dönmeyi düşündüğünü ve yeni bir parti kuracağını, siyasetin tıkandığını ve açılım gerektiğini ifade ederek bu parti işini hızlandırmak gerektiğini” de ifade etti. Yurt dışı ziyaretinden sonra bu işi hızlandıracaktı. Ancak 10 gün sonra çok şüpheli şekilde öldü. Kürt sorununun çözülmesine yönelik benzer bir kararlılık öldürülmeden önce Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'te de vardı. Ben 1993'te bir dergiye şunu söyledim; “Uğur Mumcu, Gün Sazak ve Turgut Özal'ı aynı yapı vurdu.” Hâlâ aynı görüşteyim. Eğer savcılar o zaman bu olayların üzerine yeterince gidebilseydi Ergenekon'a benzer bir davayı ve yapıyı o zaman görebilirdik.
Bu meselede ben PKK'dan çok dış güçlerin daha fazla etkili olduğunu düşünüyorum. 33 Erin öldürüldüğü gün, aynı gün aynı saatte Iğdır bin kişilik bir silahlı grup tarafından kuşatıldı. Bu Kuzey Iraktaki çekiç gücün talimatı ile oldu. Hedefi Iğdır'ı Hakkari gibi karıştırmaktı.
O gün Türkiye ile İran arasında çok gizli bir petrol, doğal gaz anlaşması yapılmıştı. Hedef bu anlaşmanın bozulması idi. 33 erin öldürülmesi hem o barış sürecini kesintiye uğrattı hem de İran'la yapılan özel anlaşma iptal oldu. Ve bundan sonra Bakü-Ceyhan Boru Hattı devreye girdi. Tabi Iğdır'ı kuşatan bin kişilik grup oradan çekilerek Kuzey Irak'a gitti.
Tabii. Başta Suriye. Nitekim Öcalan ve örgütün silahlı bir kısmı buradaydı. Suriye ihtilaf içinde göründüğü İsrail'in derin yapısı ile bu konuda işbirliği içinde idi. Bu iki ülkenin derin yapıları hem Türkiye'de hem de Irak'ta birçok faaliyet yaptılar.
Burada iki ihtimal var. Ya gerçekten vicdan muhasebesinden sonra mı konuşuyor, itiraflarda bulunuyor ya da bazı şeyleri söyleyerek, daha büyük resmin görülmesini de engellemeye çalışıyor olabilir. İki ihtimali de dikkate almakta fayda var. Söyleyeceklerinin de araştırılması şart. Bakın ben yukarıda bahsettiğim; “Uğur Mumcu, Gün Sazak ve Turgut Özal'ın aynı örgüt tarafından öldürüldüğünü” iddiamın üzerine neden gidilmediğini şöyle anlatayım. O dönem bir gün DGM'ye (o zaman yürürlükte olan Devlet Güvenlik Mahkemesi) gittim. Tanıdık bir savcıyla konuştum. Neden bu iddiayla ilgilenmiyorsunuz dedim. Cevabı, “devlet istese bunları ortaya çıkarır” oldu. İşte sihirli cümle budur.
Evet şu anda geçmişle yüzleşmek isteyen ve bunun için çaba harcayanlar devlet içinde. Ergenekon Davası bunun başlangıcı oldu. Şimdi yumak çözüldükçe daha geriye gidiyor. 1993'e gittik ama ondan önce dosyası açılması gereken Susurluk var.
Önemli çünkü, Susurluk Ergenekon'un prototipidir. Susurluk 1993 ile Ergenekon arasında bir ara duraktır. Bugün Ergenekon'da yargılananların bir çoğunun Susurlukla bağlantıları var ve görünmeyen bağlarda ortaya çıkabilir. Mesela Veli Küçük'tür. Susurluk davasında 1998'de Meclis Araştırma Komisyonu'na yanı TBMM'ye bilgi almak için getiremediler onu. Eğer Türkiye, o zaman Susurluk'un üzerine gidebilseydi Ergenekon olmazdı, darbe planları olmazdı. O dönem, polis ile asker çekişti. Asker arkasını büyük basını alarak olayı kapattı. Ama Susurluk defteri mutlaka yeniden açılmalı ve o dönemin aktörleri hesap vermelidirler, vereceklerdirde.
Ben yüzde 99 yaşadığını düşünüyorum. Şu anda fonksiyonunu yitirmiş olsa bile bazıları onu günü gelince yeniden piyasaya süreceklerdir. Eğer o dönemin bütün delillerini yok etmek isteselerdi, onu da öldürürlerdi ama istemediler.
İngilizcede bir atasözü vardır, “good morning after supper” , yani kahvaltıdan sonra günaydın. Bir de Arapça'da bir söz vardır, “Basul harab-ı Basra”, yani Basra harap olduktan sonra. Bütün bunların üstünde bir de Bitlis'te yaşayan insanların kullandığı net bir atasözü vardır; “toydan sonra kınayı bilmem nerene yak”. Yani toy olmuş, düğün dernek bitmiş sen kınayı nerene yakarsan yak. 17 sene sonra bunun araştırılması bir merhaledir falan ama hukuk devletinde rezalettir bu.
Türkiye Kürt sorununun hak ve özgürlükler çerçevesinde, demokratikleşme içinde çözecek. Yani Türkiye'nin demokrasi standardı yükseldikçe, adım adım çözülecek. Ama Kürtler ile PKK'yi hatta, Kürt sorunu ile terörü birbirinden ayırmak şart. Devletin Kürtlerin hak ve özgürlüklerine yeterince sahip çıkmamasının kullanan PKK, kuruluşundan hemen sonra Türkiye'yi zayıflatmak isteyen güçlerin maşası oldu. Sadece bir ülke değil, birden fazla ülke dönem dönem PKK'yı Türkiye'ye karşı kullandı. Kullanmaya da devam ediyor. Bu açıdan PKK, Kürtleri temsil edemez.
Evet. Mesela anadili yasaklamak gibi bir devlet politikası olabilir mi, bunun kalıcı adil olması, insanları kucaklaması mümkün mü? Bu insan haklarını ihlaldir, bunu anayasaya yazarsanız haklarını ihlal eden bir anayasa olur. İnsan haklarını ihlal eden davranış polis tarafından coplanarak olur, hâkim de yanlış karar verir. Ama insan haklarını ihlal eden anayasa metni olmaz. 1982 Anayasası bunu yaptı.
Birisi İsrail birisi de ABD'dir. Ama özellikle İsrail'le 28 Şubat sürecinde İsrail'le imzalanan ve bizi onlara mahkum eden anlaşmalara iyi bakmak ve bu anlaşmalardan kimler yararlanıyor bakmak gerek. Şimdi bu anlaşmaların bazılarının tasfiye edilmesi olumludur. İsrail bu dönemde Türkiye'yi içerden karıştırmak ya da PKK'yı kullanmak gibi yollara başvurabilir. Bu çok şaşırtıcı olmaz. İsrail'in sorunu şu, değişen dünyayı okuyamıyor ve şiddetle kendini ayakta tutacağını zannediyor. Ege'de ABD ile yapılan ortak tatbikatta Türk Gemisi Muhaverat'ta ölen 5 er ile Kuzey Irak'ta yerleşik Çekiç Güç arasında bir ilişki şimdiye kadar kurulamadı. Eğer bu ilişki kurulmuş olsa idi ABD'nin o dönem PKK'yı nasıl kullandığını dünya daha iyi görebilirdi.
İsrail, Türkiye'de laik-antilaik gerilimi varsa rahattır. Bu tartışma bittiği zaman İsrail için sorun başlamıştır. Nitekim son dönemde sıkça gündeme getirilen “Türkiye eksen değiştiriyor” söylemi İsrail odaklıdır. Şimdi Türkiye demokratikleştikçe, sivilleştikçe bölgede lider ülke olmaktadır ve İsrail bundan rahatsız olmaktadır.