Alçakgönüllülüğün fazlası her zaman için zararlıdır.
Hele de -karşı taraf açısından çoğu kez hazmı zor olan- bu erdemi gerekli gereksiz her yerde sergilemeye başlarsınız, ruhu kemalât fırınında yeterince pişmemiş olanlar sizi gitgide "ucuz adam", "kolay adam" olarak görmeye başlarlar.
O yüzden, Yeni Şafak'ta sinema sayfasının editörlüğüne getirilişimin birinci yılının dolduğu bu hafta, beni gündelik hayatta birebir tanıyanların zaten gayet iyi bildiği, o ebeveynlerimden gelme genetik alçakgönüllülüğümü bir yazılığına olsun kenara bırakacağım.
Hayatım boyunca bana verilen hiç bir işi, aldığım hiç bir görevi, sırf "iş olsun, torba olsun" diye yapmadım. Ona her zaman -öncesine göre- daha özel, daha ayrıcalıklı ve kilometre taşı olacak nitelikte yepyeni bir boyut eklemeye gayret ettim.
Yaşı yeterli gelenler, 1990'ların ses getiren haftalık dergisi Yörünge'deki ezber bozan haber-araştırma dosyalarımızı hemen hatırlarlayacaklardır. O dönemde "kadın" kelimesinden bile tahrik olanlar "porno sektöründeki ürkütücü yaygınlaşma"yı konu olan haberlerimizi okuduklarında hop oturup hop kalkar ve bizleri "edepsizce haberler" hazırlamakla suçlarlardı. Şimdilerde ise "beyni pornografikleşen bir toplum"un analizlerini bizzat kendileri uzun uzun yapmaktalar…
Böyleleriyle aramızdaki temel fark şudur: Biz, bu toplumun başına gelecekleri onlardan daha erken gördük. Utanılması gereken şey pornografiden söz etmek değil, pornografiyi zaman içinde sinsice legalize eden bir kültürü "çağdaşlık" olarak tanımlamaktı.
Millî Gazete'de de aynısı oldu. "Muhabirler arasında bir muhabir" olmak beni kesmedi; o güne kadar o yapıda olmayanı tasarlayıp, gazetenin dış haberler servisini kurdum. Ardımda, kopyaları hâlâ internette dolaşan "Azabi Yazılar"ı, "Ayrıntı"yı ve benimle birlikte olgunlaşan bir dizi başarılı muhabiri, editörü bırakarak…
Dört yıl süren "Teksoy Görevde" serüveninde de "mucizeler saçan türbe haberleri" hiç ilgimi çekmedi. Ben, inanç alanında biraz daha cüretkâr, biraz daha "avand-garde" bir manifestoyu tercih ettim ve sevgili ustam Sadettin ağabeye Kuzey Kutbu'nda şükür namazı kıldırdım. Ki Grönland adasının eksi 30 derece soğuğunda ağlayarak yaşadığımız o gün, bugün hâlâ yapılan bütün kamuoyu anketlerinde "Türk televizyonculuk tarihinin en unutulmaz on programı" arasında yer alıyor.
Bir dönemin yarı tanrısal medya kişiliği Cem Uzan bizi geleneksel yaz başı tenkısatlarından birinde harcayıp televizyon haberciliğine zorunlu olarak ara verdiğimde, bu kez de reklâmcılık sektörüne girdim. Ve kuruluşunda emeğim bulunan, ilk istihbarat şefi olduğum sevgili gazetem Yeni Şafak için, bu gazetenin tarihindeki en "içten" reklâm kampanyasını yazıp yönettim. Muhammed Esed'in "Kur'an Mesajı" adlı eseri için televizyonlarda ve radyolarda haftalarca çınlayan "Onlar İslâm'ı babalarından öğrenmediler" sloganı, bugün o kampanyayı hatırlayanların tüylerini hâlâ diken diken etmektedir. Ve doğrudan doğruya kişisel hayat deneyimlerimden kopup gelen o anlamlı cümle de Yeni Şafak'ı tarihinde ilk kez "yüzbinlikler kulübü"ne taşımıştır. O gün bugündür bizim câmianın reklamcılarından sabırla bundan daha iyisini bekliyorum. Ama gençliğinde hiç Teksas-Tommiks okumamış adamların hayâl güçleri ne yazık ki oldukça sınırlı bir noktaya kadar hayâl üretebiliyor.
Velhasıl kelâm, kış günü sobanın çevresinde iyice mayışmış vaziyette uyuklayan kedilerin durumuna benzeyen kimi statükocu ortamları dağıtamaz ve bu mıymıntılığın üzerine yepyeni bir şey koyamazsam asla rahat edemem ben…
Genel yayın yönetmenimiz Kasım 2005'de "Kurulacak olan yeni sinema sayfası senindir" dediğinde de oturup uzun uzun düşündüm. Elli dolayında aktif sinema yazarının bulunduğu ve bunların neredeyse tamamına yakınının âdeta bir klonlama makinesinden çıkmışçasına birbirine benzer hayat görüşlerine sahip olduğu bir ülkede, her açıdan onlara özenen, onlarla aynı dili konuşmak için yırtınan, gerek her fırsatta satır aralarına serpiştirdiği kodlu cümleleri gerekse televizyona çıktığında buram buram "yerinden rahatsızlık hissi" yayan beden dilleriyle, "Gerçi ben muhafazakâr bir gazetede yazıyorum, ama bakın çağdaşlığa imân etmişlik açısından size ne kadar da benziyorum, lütfen beni sevin ey sinema sektörünün solcu-liboş baronları ve baronesleri" mesajını yayan biri olmak, doğrusu pek bana göre bir tercih değildi. Çünkü son yıllarda bizim câmiada bu rolü pek güzel biçimde üstlenenler var; onları durduk yerde koltuklarında huzursuz etmek istemedim. Ki kurulduğu ilk günden itibaren piyasada varolan herhangi bir yolu izlemek yerine bizzat kendi yolunu oluşturan gazetem Yeni Şafak'ın da zaten böyle "yanar döner" birine ihtiyacı yoktu.
O yüzden, her zaman yapageldiğim şeyi yaptım ve "özgün" olmayı denedim. Binlerce iltifatın yanısıra, en az o oranda hakaret ve aşağılamaya da göğüs germek pahasına…
Bir kere, geride bıraktığımız 52 hafta boyunca "bizden" olanı her zaman için "kolladım". Evet açıkça itiraf ediyorum, kolladım. Çünkü bizden olanlar bu ülkenin tarihinde şimdiye dek öylesine yalnız, öylesine mahzun, öylesine garip kalmışlardı ki…
Onları, solcu sinema yazarları "Vay be, ne kadar evrilmeye müsait bir herifmiş bu, yazılarında kendi câmiasının adamını bizden bile daha çok hırpalıyor, demek ki kanında az çok bir ilericilik potansiyeli var bunun" şeklinde düşünsünler diye, sektördeki siyasal ırkçılık fırınlarında sabun olmaya göndermedim. Çakmaklı, Güneş, Diriklik, Uçakan, hattâ hattâ ideolojik anlamda muhafazakâr câmiaya angaje olmamış, ancak filmlerinde kimi evrensel etik değerleri savunduğu için "bizim adamlarla birarada harcanma riski" taşıyan apolitik genç sinemacıları bile aynı hararetle savundum. "Dabbe"nin yönetmeni Hasan Karacadağ ya da "Araf"ın yönetmeni Biray Dalkıran, bu yönde aklıma gelen örneklerden yalnızca ikisi…
Sektör ve onların ağzının içine bakarak film değerlendirmeyi alışkanlık haline getirmiş bir kitle "Dabbe" için de "Araf" için de "Gişede iki seksen uzanacak" dedi; biz ise "Göreceksiniz, ikisi de çok iyi iş yapacak" dedik. İkisi de çok iyi iş yaptı.
Tıpkı, ülkenin en vahşi eşcinsel düşmanı ilan edilmek pahasına (şaka değil, bana bu konuda neredeyse bir de aşağılama ödülü veriyorlardı eşcinsel organizasyonları) "hem mesajıyla hem de anlatımıyla kötü bir film" dediğimiz "Brokeback Dağı" için çok ilerici muhataplarımızın "Bu cahil âdemoğlu sinemadan zerre kadar anlamıyor, görün bakın söz konusu film Türkiye'yi nasıl sarsacak, çünkü biz doğulular zaten ezelden beri eşcinselliğe teşneyiz" deyip, filmin Türkiye'de tarihî bir gişe hezimetiyle karşılaşmasından sonra sus pus oluşları gibi…
Eşyanın tabiatı gereği böyle olmak zorundaydı.
Çünkü "aşk" iki erkek ya da iki kadın arasında yaşansın diye yaratılmış bir duygu değildir ve ebediyete kadar da karşı cinsler arasında yaşanacaktır. Bizler (ve aklıselim sahibi bilginler) bunun hemcinsler arasında yaşananına "cinsel sapkınlık" diyoruz. Nitekim, Türkiye'nin ekseriyeti de aynı şeyi dediği için California'nın "gay club"larından ithal edilen hesap tutmadı ve "Brokeback Dağı" bu ülkede bir daha hatırlanmak bile istenmeyen ticarî felaketler tarihine nefretle kaydedildi.
Kollanmayı hak edenleri kolladık kollamasına, ama bu yaparken evrensel kalite çıtasından ödün vermemeye de azamî düzeyde gayret ettik. Sayfamızdan geride bıraktığımız haftalar boyunca düzinelerce nitelikli film geldi geçti. Varoluş gerekçemiz saydığımız Türk sinemasını her koşulda ön planda tutarken, yabancı ülke sinemalarının nitelikli örneklerini de elimizden geldiğince atlamamaya çalıştık.
Sinema sayfası editörlüğünün hemen hemen yalnızca o hafta gösterime giren filmleri izleyip yorumlamak olarak algılandığı bir sektörde, "Sine-Bulmaca", "Sinema Sözlüğü", "Unutulmayan Film Müzikleri", "Sinema ve Bilim", "Türk Sinema Dergileri" gibi geçici ya da kalıcı köşelerle sayfamıza farklı renkler taşımaya, sinemayı yalnızca günceliyle değil, tarihçesiyle, teknolojisiyle, ideolojisiyle, estetiğiyle kavramaya ve kavratmaya çalıştık. Bu süreçte de sinema tarihinin sayfalarını karıştırmayı seven okurlarımıza, sorduğumuz sorulara gönderdikleri cevaplar karşılığında her biri özenle seçilmiş yüzlerce DVD film armağan ettik. Tıpkı şimdilerde, gönüllerde taht kurmuş birbirinden ünlü filmlerin müziklerini armağan etmeyi sürdürdüğümüz gibi…
Bundan bir yıl önce filmlere geleneksel yıldızlama sisteminin yanısıra Türk sinema editörlüğü tarihinde ilk kez olmak üzere "cinsellik/çıplaklık", "şiddet" ve "kaba dil" konusunda da özgün bir "işaretleme sistemi" getirince bazı aslan yürekli neferler bu tercihimizi pek komik buldular. Aradan bir yıl geçtikten sonra, şu anda ülkemizdeki bütün televizyon kanalları, dahası bütün film dağıtıcısı şirketler benzer türden simgeler kullanmaktalar. Ama ben, benden sonra başlayan bu uygulamayı hiç de komik bulmadım doğrusu. Aksine, "Testere" gibi ancak potansiyel manyaklara uygun filmlere "+7 yaş izleyebilir" izni verilen şu anki hâliyle oldukça yetersiz bile olduğunu düşünüyorum.
Kimi zaman, inandığımız değerler uğruna kıyasıya kavga ettik ve en azından genel çerçeve itibarıyla aynı kültür bahçesinde gezindiğimiz varsayılabilecek kitlelerle bile gırtlak gırtlağa geldiğimiz haftalar oldu. Tıpkı, lincine en azından kendi yönetimimdeki sayfalarda izin vermediğim ve bundan böyle de asla vermeyeceğim "The İmam"ın "iyi sinema"dan benden çok daha derinlemesine anladığını biraz gecikmeli fark ettiğim yeni İmam-Hatip nesli tarafından sektördeki duayenimiz Atilla Dorsay'a rahmet okutacak bir sertlikle yerden yere vurulmasına gösterdiğim tepkilerdeki gibi… Sahi ya, ne kadar da güzel, ne kadar anlamlı bir filmdi o! Keşke hâlâ izleyemeyenler DVD'sini alsa da izlese. Çünkü aylar ilerledikçe "iğrenç bir film" diyen genç arkadaşların pek çoğunun aslında filmi hiç izlememiş olduğunu, solcuların insanı uyuşturan kitlesel gazına gelerek bol keseden atıp tuttuklarını hayret ve utanç içinde müşahade etmekteyim. Eleştirinin derinliği ve kalitesi bu olunca, benim de kılıcım böyle durumlar için hep keskin kalıyor hâliyle…
Bazen, yazdığımız yazılarla, aynı görecelikte yakın olduğumuz başka çevreleri, mesela Kültür Bakanlığı'nın sinemayla ilgili birimlerini de üzdüğümüz oldu. Ancak, bir musibet bin nasihatten iyidir demiş atalarımız. "İktidar olup muktedir olamamak" başlıklı yazılardan sonra o komisyonların altından çok sular aktı ve bazı olumsuzluklar yerini daha ümit veren bir manzaraya bıraktı. Demek ki arada sırada dostları da silkelemek gerekiyormuş. Kaldı ki yine bilenler iyi bilir; benim herhangi bir partim yoktur, yalnızca "gönül dostlarım" vardır. Onlar da ancak gönlümdeki nizamdan kopup uzaklaşmadıkları sürece dostlarım olarak kalabilirler.
Velhasıl, düzenli takipçilerimizin de fark ettiği üzere, sinemayı daha ilk haftadan itibaren son derece ideolojik bir perspektiften ele aldık; çünkü sinema zaten son derece ideolojik bir sanat (ve endüstri) dalıdır.
Hani, Gazi Mustafa Kemâl Atatürk ünlü "10. Yıl Nutku"nun film kaydında büyük bir coşkuyla "Yurttaşlarım! Az zamanda çok işler başardık!" diye haykırır ya; bizimkisi de aşağı yukarı o hesap… (Aman ha, sakın topa tutmayın beni! Gazi'yle kıyaslanmak haddimize mi düşmüş, sadece basit bir teşbihti yaptığımız, hepsi o kadar)
Az zamanda bolca dostlar ve ondan daha bol miktarda düşmanlar edindik. Dostlarımı, ahirette "Sana sunduğum bu mesleği hangi bakış açısıyla icrâ ettin, ey sevgili kulum" sorusunun karşısında cevap verirken iyi niyetli eylemlerime şahit olarak gösterebileceğim emin bir zümre olarak gururla karşılarken, düşmanlarımı da ona eş düzeyde bir saygıyla selamlıyorum. İyi ki varsınız. Bir yıldır pek çok ezberinizi bozmayı başardığım sizler, hoşgörüden yana alabildiğine nasipsiz bakış açınız, sizlerden farklı düşünenlere karşı fütursuzca sergilediğiniz o keskin saldırganlığınızla bana ne denli doğru bir yolda olduğumu her hafta tekrar tekrar hatırlatıyorsunuz.
Umarım, sayfamızın ikinci yıldönümümnde de size böylesine uzun ve kapsamlı bir durum değerlendirme yazısı yazma fırsatı bulurum. Malûm, ne benim gibi bir adamın, ne de böyle bir üslûbun Türk medyası içinde yeri yok artık… Yeni Şafak'tan da sepetlenirsek, bundan sonraki durağımız bir semt manavında parlak elmalar satmak olabilir ancak…
Bu "tarz"ı gittiği yere kadar götürmek dileğiyle, hepinizi sevgiyle selamlıyorum.