Şu geçip giden bulutlar kimin mülkiyetinde?

00:006/01/2011, Perşembe
G: 6/01/2011, Perşembe
Yeni Şafak
Şu geçip giden bulutlar kimin mülkiyetinde?
Şu geçip giden bulutlar kimin mülkiyetinde?

Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Rasim Özdenören, bugünkü köşe yazısında, "Şu geçip giden bulutlar kimin mülkiyetinde?" diyor.


İŞTE RASİM ÖZDENÖREN'İN YAZISI:

Şu geçip giden bulutlar kimin mülkiyetinde?

Yabancı


Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?


"Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de karde-şim."


"Dostlarını mı?"


"Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız."


"Yurdunu mu?"


"Hangi enlemdedir, bilmem."


"Güzelliği mi?"


"Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz."


"Altını mı?"


"Siz Tanrı'ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesi-ne kin beslerim."


"Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?"


"Bulutları severim... işte şu... şu geçip giden bulutları... eşsiz bulutları!"


(Paris Sıkıntısı, Baudelaire, Adam Yayınları, 1984 / 2. Basım Çev: Tahsin Yücel)


Mal mülk edinme hırsının insan tarihinde doruk noktaya ulaştığı bir zaman diliminde Baudelaire'in hiçbir değeri zimmetinde tutmak istemeyişi dikkate değer bir olgu olarak görünüyor. Ne ana baba, bacı, kardeş bağlılığı, ne dost ilişkisi, ne yurt aidiyeti, ne altın, ne de hatta tanrı... Tanrı da değil. Değil, çünkü o kavram da temellük edinilmiştir.


Bütün bunlardan geriye sadece bulutlar kalıyor, bazı bulutlar, eşsiz bulutlar... Bir, bulutlar kalıyor, çünkü onu temellük etmeye kimse güç yetiremiyor. Mülkiyet konusunun dışında kalmayı başarabilmiş olan, yalnızca işte şu geçip giden bulutlar... Eşsiz bulutlar...


Bulutları henüz kimse fetiş haline getirmediği için Tanrı'ya ortak koşulmamış olarak bakıye bir o kalmıştır.


Bulutlardan geriye kalan her ne varsa –ki şair, onların birkaçını örnek olarak anıyor- tümü Tanrıya ortak haline getirilmiştir ya da doğrudan Tanrı kılınmıştır...


19. yy.ın üçüncü çeyreğinde yapıyor şair bu tespiti... Henüz her şeyin mülkiyet konusu haline getirilmediği bir zaman dilimi olarak düşünebiliriz o dönemi...


Fakat şairin delici, nüfuz edici gözü gerçekliği tam onikiden nişan almasını başarmıştır.


Tam da o günlerde, ABD Başkanı Franklin Pierce, Kızılderili Reis Seattle'a üzerinde yaşadıkları toprağı kendilerine satmaları hususunda bir mektup gönderiyor. Reis Seattle da Başkan'a cevap veriyor: "Tamam da, diyor, şu bulutların bedelini, ormanın üstünde süzülen buğunun bedelini nasıl tayin edeceğiz?" diye soruyor.


Bir nesnenin mülk edinilmesini anlayabiliriz. Fakat suyun hışırtısını, rüzgârın hızını, kurbağanın vıraklamasını nasıl temellük edeceğiz?


İnsanın ben'i nasıl temellük edinilebilir? Onu temellük edebilmek için insanı insan olmaktan çıkartmak lazım. Onu köle haline getirmek lazım. Köleye insan olarak baktığında artık o alım satımın konusu olmaktan çıkar.


İnsanın kafa ürünü eskiden işte tam da zikrettiğimiz bağlamda alım satım konusu değildi. Onun kafa ürünü insanın aynına tekabül ediyordu. Dolayısıyla ona bedel biçilemiyordu. Ne zaman ki, insanın kafa ürünü metaya dönüştürüldü, ona da bir bedel biçilmeye başlandı.


İlginç bir süreç: bir yandan nesneye dönüştürülmemiş hiçbir şey bırakılmıyor, bir yandan da nesneye dönüştürülmüş her ne varsa fetiş haline getiriliyor, tanrılaştırılıyor.


Hadisi Kutsi'de belirtilen gerçeklik gündelik hayatımızın içinde birebir yaşanıyor: "Kim Allah'tan başka bir şeye taparsa, Allah onu ona musallat eder!" Burada musallat etme ne demek oluyor? Eğer bir şey senin tanrın olmuşsa, sen de onun kulu haline gelmiş olursun.


Kendi içine ve nesneler dünyasına bir göz at bakalım: senin kaç tanrın var ve sen onun hangisine kul olmuşsun? Acaba hepsine birden mi?..


Yoksa kurbağa sesi ve buğunun ormanın üstünde süzülüşü de metaya dönüştürüldü mü?