İlk iki filminde kendisine yönelik beklentileri boşa çıkartan İspanyol-Katalan yönetmen Jaume Collet-Serra, üçüncü denemesi 'Evdeki Düşman'da şık bir korku-gerilim filminin estetiğini büyük ölçüde yakalıyor yakalamasına; ancak bu kez de yetimhane çocuklarını 'potansiyel kötülük yayıcıları' olarak göstermek gibi bir açmaza saplanıyor.
Altüst olan hayatlarını bir nebze de olsa normale döndürmeye çalışan Coleman'lar, acılarını kalplerine gömüp, yitirdiklerinin yerine bir çocuk daha evlat edinmeye karar verirler. Karı-koca yöredeki bir yetimhaneyi ziyaret ettiklerinde, Esther adlı küçük bir kıza doğru âdeta çekildiklerini hissedeceklerdir. Fakat, Esther bütün şirinliğine ve sahip olduğu özel yeteneklere karşın, yine de göründüğü kadar masum değildir. Büyük bir coşkuyla kabul edildiği yeni yuvasında kısa süre sonra sinsi bir terör estirmeye başlar. Bu durumu ilk fark eden de yine Kate olacaktır. Ailesinin güvenliğinden endişe eden kahramanımız, eşine ve çevresindeki diğer insanlara Esther'in o sevimli maskesinin ardındaki gerçek yüzünü göstermeye çalışır. Ancak, yaptığı uyarılara kulak asılmaz ve bu durum Esther'le temas halindeki herkes için çok geç olana kadar devam eder.
Ancak, biçimsel özellikleriyle çıtayı aşan bu irkiltici filmin etik açıdan ise son derece vahim bir sorunu var. O da yetimhane çocukları karşısında sergilediği paranoyakça kuşku ve bu küçük insanlara karşı seyircinin bilinç altında uyandırdığı yoğun antipatiyle, anılan yöntem üzerinden evlatlık sahibi olma girişimlerine ket vurabilme potansiyeli…
Düzenli takipçilerimiz şu gerçeğin artık en üst düzeyde farkındalar; biz bu sayfada şimdiye kadar sinemaya hiç bir zaman “yalnızca sinema” olarak bakmadık. Filmlerin psikoloji, sosyoloji ve dahası sosyal psikolojinin ilgi alanına giren çok boyutlu etkilerini de aynı düzeyde önemsedik, bunlara da yeri geldiğinde dikkatleri çekmeye çalıştık. Kimileri, “Ne yani, eni boyu bir korku filmi bu, bir filmden hareketle mi yetimlere yönelik merhamet azalacak” diyerek, söz konusu tezime karşı çıkabilir. O zaman ben de böyle düşünenlere Richard Donner'ın 1976 yapımı dinsel temalı korku klasiği “Kehanet”in (The Omen) masum yüzlü çocuk Deccal'i Damien Thorn'u hatırlatırım. Benim kuşağım, sırf o film yüzünden “Damien” isminden nefret etmiş, gençlik muhabbetlerimizde yetimhanelerden gelen çocukların aslında “hayattaki en büyük belaların başlatıcısı” olabileceğine ilişkin bol miktarda fantastik soslu geyik yapmıştık. Az konuşan ve ufka doğru uzun uzun bakan her sokak ya da yetimhane çocuğu, o küçük bedeninde dehşetengiz düşünceler barındıran bir gizem yumağı olarak görünür olmuştu gözlerimize. Durum yalnızca bizde mi böyle sanıyorsunuz, bu tür filmleri izleyen her ülkenin gençliğinde aynı etkiyi yapıyor paranoyak korku-gerilim filmleri. Hiç düşünmüyorduk ki o küçük insanların suskunluğu, durgunluğu ya da içe dönüklüğü şeytanî vasıflara sahip olmalarından değil, daha hayatlarının ilk basamağında felekten yedikleri ağır kazık ve bu kazığın sebeb-i hikmetini çözme çabasındandır diye…
Kaderin sillesini zaten fazlasıyla yemiş olan anne-babasız zavallılar üzerinden korku filmi senaryosu üretme girişimlerine hiç bir zaman sıcak bakmadığımdan dolayı, bu öyküye de -çıtayı aşan teknik ve estetik yetkinliğine karşın- öyle aman aman ısınamadım. Öyle ki finalde ortaya çıkan sürpriz bile yönetmenin bu konudaki düşüncesizliğini bağışlatmıyor. Ha, “Ben böylesi paranoya ataklarıyla kolay kolay gaza gelmem, tek derdim biraz heyecan yaşamak” diyorsanız, o durumda yeterince gerilimli geçecek bir yüz yirmi dakikanız şimdiden garanti…
Ben yine, “kıl” bir sinema yazarı olarak sürüden ayrılıp muhalefet şerhimi koymuş olayım da, siz isterseniz yine bu sinir bozucu gerilimin tadını çıkartın.