'Şiir Konakları' isimli kitabında günümüz Türk şiirinde ve şairinde görebilecek zaaflara değinen Turan Karataş, özellikle genç şairlerin üzerlerine oturmayan, kişiliklerini yansıtmayan bir 'kostüm'e büründüklerini söylüyor.
Turan Karataş, şiir üzerine yazılarını ikinci kez bir kitapta topladı. Daha önce Şiir Vadilerinde isimli kitapla araştırma/inceleme yazılarını paylaşan yazar bu kez Şiir Konakları'ndan ulaşıyor okura. Şiirin diğer sanat dalları ile ilişkisi, bugünkü şiirin zaafları, şiirdeki ses yitimi yazarın üzerinde durduğu başlıca konular. Cahit Sıtkı, Behçet Necatigil, Akif İnan, Haydar Ergülen, Hüseyin Atlansoy, Mustafa Aydoğan ve daha bir çok şaire bakış denemeleri de yine bu kitapta.
Tahmin ettiğiniz gibi, ömür oldukça bu çileli yürüyüş sürer gider. Daha ilk cümlemde "çile" sözcüğünü tercih ederek, yaptığım işin zorluğunu dahası ciddiliğini bilhassa vurgulamak istiyorum. Çile, nefsin hoşuna gitmeyen kısıtlamaların, meşakkatlerin yanında bir terbiyeyi ve olgunlaşmayı da beraberinde getirir. Mahmut Temizyürek'in bir yazısında dikkatimi çekmişti; "şiir üzerine düşünmek" diyordu yazar, "rüzgârın hâlleri üstüne düşünmekten daha zor bir şeydir." Tam da böyle. Şiirle uğraşmak, tabir yerindeyse "belalı" bir iştir. Her tehlikeye, her türlü hava ve kara akımına maruzsunuz demektir. Kusursuz bir "düşman kazanmak sanatı." (Tarık Buğra'nın ruhu şâd olsun.) Hoş, böyle bir derdiniz yok ya; yine de ne yaparsanız yapın, kimseye yaranamazsınız.
Buna mı yanasınız, yoksa uğraştığınız alanın/ zeminin kaypaklığına mı! Yanlış anlaşılır, "kaygan" diyelim. Binlerce tanımı ve iyi örneği olan bir "olgu"yla uğraşmak kolay olabilir mi? Önümüzde yüzlerce, binlerce şiir örneği var. Hepsi de bir şekilde, bir yönüyle iyi bulunmuş, beğenilmiş. Beri tarafta yüzlerce, binlerce de yanılgı var. Yani tehlikeler dizi dizi. Hani bir de hep söylenir ya, eleştiri geleneği olmayan bir vasat. Eleştirilenin tahammülsüzlüğü de cabası! Ne yapacaksınız? Bana sorarsanız, şiir üzerine konuşan/ yazan adam iki şeye güvenebilir, güvenmelidir. Bir, iyi bir donanıma yani şiir bilgisine; bir de sezgilerine/ beğenisine. Yine de yanılgı kaçınılmazdır. Bunu hep göze alarak yazacaksınız. Ama kötü niyetle değil. Şiir sevgisiyle, insana değer vererek.
Şiir söylemek, iyi şiir yazmak ne kadar zorsa, şiire dair düşünmek ve yazmak da o denli zordur. Bu bağlamda yaptıklarınıza/ yazdıklarınıza bir değer/ karşılık görmek/ bulmak öylesine güç ki. Geçmişten bugüne bu işe emek verenlere dahası ömür tüketenlere bakıyorum da, içim sızlıyor...
Bir şey daha, şiir üzerine düşünmek ve yazmak bir hevesle, sevgiyle başlar çok zaman. Sonra giderek bir uğraşa dönüşürse ne alâ. Aksi halde, işin ucu bir yere varmaz, kimseye de hayrı dokunmaz.
Yazıların çoğu, çok yönlü okumalar ve araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Genel olarak bu yazılara iki tutumun yansıdığı görülecektir okununca. Biri, bir edebiyat tarihçisinin bulgu ve değerlendirmeleri diğeri de bir eleştirmenin gözlem ve tespitleri. Üslûbunda ise deneme gibi rahat okunur bir tat.
Konular olarak akla ilk gelen: Bugünkü şiirimizin durumu, şiir ve hakikat meselesi, şiir hırsızları, şiirde kahraman... Kitaptaki konaklar ise daha çok: Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Behçet Necatigil, Ülkü Tamer, Cahit Zarifoğlu, Akif İnan, Arif Ay, Haydar Ergülen, Hüseyin Atlansoy, Mustafa Aydoğan. İsmini andığım şairlerin ya bütün şiirlerine genel bir bakış ya da şiirlerindeki bir hususa dair incelemeler.
Bahse mevzu yazı, Kültür Bakanlığı'nca hazırlanan Türk Edebiyatı Tarihi'nin bir bölümü olarak hazırlanmıştı. Beni yoran yoşutan bir makaledir. Çünkü konunun sınırları öylesine geniş, ucu öyle açık ki. Sadece şiiri bilmek yetmiyor, diğer güzel sanatlara dair bilginizin de yeterli olması gerekli. Aslında kitap çapında bir çalışma konusu. Yanıma diğer güzel sanatları iyi bilen birini bulsam böyle bir kitap hazırlamak isterim. Neyse, sorunuzun cevabına gelelim. Hemen her zaman tartışmalara açık olmuş olan "sanatların tedahülü" hususunda kısaca şöyle demiştim burada da yinelemenin bir sakıncası yoktur; şiir, büyük yapısıyla ve tarih içindeki uzun serüveniyle düşünülünce, diğer sanatlardan alınan öğeler, bu birleşimde yani şiirin bünyesinde gereği kadar bulunursa ortaya büyük yapıt çıkmış olur. Hiçbir sanat, diğerinin yerine geçemez; şiir resim, müzik şiir olamaz. Hepsi, neyse odur. Ama biri diğerine yol gösterebilir, ona imkânlar sunabilir.
Bu bağlamda, yirminci yüzyıl Türk şiirinin sinemayla ilişkileri daha yoğun olmuştur denebilir. Bilhassa sinemadan esinlenerek görsel unsurları çokça çağrıştıran kompozisyonların oluşturulması, son dönem şiirimizin önemli karakteristiği olmuştur.
Kuşkusuz. Çünkü, çok sevdiğim ve her vesileyle tekrar ettiğim, geri kalmışlık bir bütündür parçalanamaz fehvasınca, şair de her hâlükârda bu toplumun bir parçasıdır. Zaten şair, marifetine karşılık iltifat/ takdir ya da değersiz ürünlerine, yapmacık tavrına karşılık da tezyif görebilse toplumdan veya büyük bir kesimden, kendine çekidüzen verebilir, verir. Bu kadar pervasız olmaz. Bilinçli bir vasatta yaşadığını bilebilse kendisini bir öz eleştiriye tâbi kılar. Bir de şurası var; bilhassa gençlerimiz, şairliğin ilk şartının "artistlik" olduğunu sanıyorlar. Üzerlerine hiç de oturmayan, kişiliklerini yansıtmayan bir "kostüm"e bürünüyorlar.
Elbette etmiyorum. Görecelik dediğimiz şey, şiirde en fazla yüzde on nispetindedir. İyi bir musiki eserine ya da resme hangi zevk erbabı "kötü" diyebilir. Hakikaten, şiir bilgisi, incelmiş bir zevki ve beğenisi olan seviyeli okur nezdinde görecelik fazla bir şey değiştirmez. Yani şunu söylemeye çalışıyorum, "işin erbabı" için görecelik pek olmaz. Bir çeşit takdir hakkı olur olsa olsa. Ama şiiri bilmeyenlerin, "amatörler"in sığındığı bir tuzaktır görecelik.
İşin kötüsü ne biliyor musunuz? Benim gibi hasbelkader bu kabil tespitleri, durumları dile getiren yani "işin ciddiyetine inanan" insanların maruz kaldığı hafife alınmalar yahut aşağılanmalardır. Söz gelimi, bir zaman bir arkadaşımız "şiir jandarması" ilan etmişti bendenizi. Hâlbuki, şiiri seviyorum, önemsiyorum. Meslekî sorumluluklarım var. Hâl böyleyken, elbette birtakım sözlerin "şiir" diye önümüze sürülmesine tahammül edemeyiz.
Bu söylediğiniz, benim ilk elde saydığım on nedenden sadece birisidir. Şiirdeki duygu ve ses yitimi'ni elbette tek bir sebebe bağlayamayız. Ama şurası malum, makineyle birlikte yaşantımıza, tavırlarımıza dâhil olan bir kavramdır "mekanikleşmek". Yani yirminci yüzyıl bir makine çağı olduğu için, şiirin tabii sesi yerine insanı kuşatan makinenin sesi duyulmaya başlanmıştır şiirden yer yer. Bu bir iç ses, ahenkli bir iç çağıldayış değil, yapay, takır tukur bir sestir. Kaldı ki, makine duygu yoksulu bir "eşya"dır ve insanı kendine benzetmektedir git gide.
Bu cümleyi kitaptaki bütün yazılar için demedim elbette. Birkaç yazı için. Yine de şunu söyleyeyim. Bu, bir ihtiyat cümlesidir. İlk kitabımdaki yazılarımda daha cesurdum. Muhtemelen cehaletten. Şimdi daha temkinliyim. Siz ne derseniz deyin, bilinçli okur sorumluluğunu bilir. Ben şöyle böyle, şunun için bunun için yazdım deseniz de iyi okurun yükü hafiflemiş olmaz. Bu ifadeyle anlatmaya çalıştığım bir de şuydu: "Kendi öznel deneyim ve gözlemlerimi" dile getirdim. Okuduklarımın bendeki karşılıklarından kastım bu idi. Bunları yazmamış olsaydım, kuşkusuz huzursuz olurdum. Bir vebali taşıyormuş gibi hissederdim kendimi.