Yoldan çıkıp dağılmak, Şeytan'ın tek bir fiskesine bakar!

Ali Murat Güven
00:009/10/2010, Cumartesi
G: 9/10/2010, Cumartesi
Yeni Şafak
Yoldan çıkıp dağılmak, Şeytan'ın tek bir fiskesine
Yoldan çıkıp dağılmak, Şeytan'ın tek bir fiskesine

Sayıca az, fakat her birinin üzerinde özenle çalışılmış nitelikli filmler çekmesiyle tanınan Amerikalı yönetmen John Curran, Hollywood'un Robert De Niro ve Edward Norton gibi iki dev oyuncusunu başrollerde karşı karşıya getirdiği 'Şantaj'da klasik bir cezaevi dramasının sınırlarını fazlasıyla aşarak 'ahlâkın kırılganlığı' ve 'evlilikte sadâkat-ihanet' gibi olgulara uzandığı esaslı bir psikolojik gerilime imza atıyor.

ŞANTAJ / Stone

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2010, ABD yapımı
Türü ve Süresi:
Cezaevi draması-Psikolojik gerilim / 105 dakika
Yapım Bütçesi:
22 Milyon Amerikan Doları
Gösterim Formatı:
35 mm standart pelikül film
Perde Formatı:
2.35:1
Yönetmen:
John Curran
Senarist:
Angus MacLachlan
Görüntü Yönetmeni:
Maryse Alberti
Kurgucu:
Alexandre de Franceschi
Yapım Tasarımcısı:
Tim Grimes
Sanat Yönetmeni:
Kerry Sanders
Set Dekoratörü:
James V. Kent
Kostüm Tasarımcısı:
Victoria Farrell
Makyaj Tasarım Ekibi Şefi:
Elizabeth Colburn
Saç Tasarım Ekibi Şefi:
Rita Parillo
Oyuncular:
Robert De Niro (Jack Mabry), Enver Gjokaj (Genç Jack), Edward Norton (Stone), Milla Jovovich (Lucetta), Frances Conroy (Madylyn), Pepper Binkley (Genç Madylyn), Peter Lewis (Gardiyan), Sandra Love Aldridge (Bayan Dickerson), Sarab Kamoo (Janice)
İthalatçı Şirketler:
Horizon International-Sinetel Film
Dağıtıcı Şirket:
UIP
İçerik Uyarıları:
Bir kaç bölümünde cinsellik/çıplaklık içeren sahnelere yer verdiği ve bir bütün olarak ihanet öyküsü anlattığından dolayı, 18 yaşından küçükler için uygun bir yapım değildir.
Ailece izlenebilir mi? /
HAYIR
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:
İnternet Sitesinin Teknik/Tasarım Kalitesi:
8/10
Yeni Şafak-Sinema Puanı:
* * *

FİLMİN KONUSU:
Emekliliğine sayılı günler kalan Adalet Bakanlığı ceza infaz memuru Jack Mabry'den (Robert De Niro), büyükanne ve büyükbabasının katledilişini yangın süsü verip örtbas etmeye çalıştığı gerekçesiyle cezaevinde bulunan Gerald “Stone” Creeson'ın (Edward Norton) dosyasını “mahkûmun şartlı tahliye kurallarına uyup uymadığı” yönünde yeniden incelemesi istenir.
Stone'un, erken tahliye talebinin onaylanması ve cezaevinden kurtulabilmesi için sorgucusu Jack'i kendisinin “yepyeni bir insan olduğuna” iknâ etmesi gerekmektedir. Ancak, genç adamın bu yöndeki çabaları, hem onun hem de deneyimli muhatabının üzerinde hiç beklenmedik etkiler yaratacaktır.
Kanun adamı ve suçlu arasındaki mesafe daraldıkça, Stone'un iki adamın karanlık dürtülerinden yola çıkarak kurguladığı bu tehlikeli yolculukta, her ikisi de birbirine giderek daha çok benzemeye başlar.

SİNEMANIN EN VERİMLİ MALZEMELERİNDEN BİRİ

“Mahkeme ve cezaevi dramaları”, ta 1950'lerden itibaren Amerikan sinemasının en iddialı olduğu hikâyeler arasında yer alıyor. Söz konusu ülkede “jüri sistemi”nin yürürlükte olmasının da getirdiği avantajla ceza hukukunun kapsama alanına giren böylesi konularda sinema tarihi boyunca birbirinden esaslı dramatik çatışmalara, unutulmaz oyunculuk gösterilerine imza atan Amerikalı sanatçılar, insanı beşer eliyle -fakat tanrısal adalete yakın bir kusursuzluk içinde- yargılamanın teknik ve ahlâkî zorluklarını, sonrasında onun ellerinden özgürlüğünü (kimi zamanlar doğrudan doğruya hayatını!) almanın yarattığı trajik sonuçları, aynı süreçte gerçekleşmesi pek muhtemel yanlışlıkların ise adına “çağdaş uygarlık” dediğimiz sosyal yapıda açtığı onulmaz gedikleri pek güzel anlatan nice büyük başyapıtlar armağan ettiler bizlere…

Öyle ki Sidney Lumet'in “12 Öfkeli Adam”ından (12 Angry Men, 1957) John Frankenheimer'in “Alcatraz Kuşçusu”na (Birdman of Alcatraz, 1962), Franklin J. Schaffner'in “Kelebek”i (Papillon, 1973) ve Stuart Rosenberg'in “Müdür Brubaker”ından (Brubaker, 1980) Frank Darabont'un “Esaretin Bedeli” (The Shawshank Redemption, 1994) ve “Yeşil Yol”una (The Green Mile, 1999) kadar, bu türde onlarca büyük sinemasal hikâye sayabiliriz.

Aynı konudaki bir hafıza tazelemede spotlarımızı Avrupa kıtası ve ülkemize çevirdiğimizde ise ilk anda akla gelen iki ünlü örnek var: Fransız yönetmen André Cayatte'nin 1974 tarihli (Jean Gabin ve Sophie Loren'in varlıklarıyla hatıralara kazınan) “Hüküm”ü (Verdict) ve Mesut Uçakan'ın Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in aynı adlı tiyatro oyunundan beyazperdeye uyarladığı 1988 yapımı “Reis Bey”i…

İşte, az fakat öz film çekmesiyle tanınan Amerikalı yönetmen John Curran da kariyerindeki dördüncü uzun metrajlı filmi “Şantaj”la bu destansı hukuk dramaları serisine en az öncülleri kadar sıkı bir halka eklemeyi başarıyor. Karısıyla birlikte sessiz sakin ve dindar bir hayat sürüp giden, ofisindeki eşyaları toparlayıp emekliliği için gün saymaya başlamış şartlı tahliye memuru Jack'ın fazlaca akıllı bir mahkûm ve onun fettan eşi aracılığıyla adım adım zıvanadan çıkarılışını, bu çok katmanlı role cuk oturmuş kült aktör Robert De Niro'nun da olağanüstü performansıyla beyazperdeye aktaran Curran, Angus Maclahlan tarafından yazılmış derinlikli bir senaryo üzerinden klasik mahkûm dramalarının çapını fazlasıyla aşan bir çözülme hikâyesi anlatmakta…


DÜNYANIN HER YERİNDE KARŞILIĞI OLAN BİR HİKÂYE

Çekimleri, artık hizmete kapatılmış durumdaki Güney Michigan Eyalet Cezaevi'nde gerçekleştirilen “Şantaj”, son yıllarda -aralarında yönetmen Tony Goldwyn'in Hillary Swank'lı “Mahkumiyet”i de (Conviction, 2010) olmak üzere, bir dizi önemli cezaevi dramasına ev sahipliği yapmış, görsel açıdan oldukça heybetli bir mekân… Curran, “dünyanın en uzun ve de en yüksek duvarlı cezaevi” unvanına sahip bu devâsâ tesisin sağladığı gerçekçilik avantajını da tıpkı birbirinden usta iki baş rol oyuncusu gibi tam kıvamında kullanıyor.

De Niro ve Norton, birbirine karşılıklı elense çeken zekâ katsayıları yüksek iki rakip pozisyonunda uzun yıllardır ilk kez yetenek potansiyellerinin yeniden açığa çıktığı isabetli rollerde döktürürken, kendisini genellikle bilim-kurgusal ve fantastik filmlerde izlemeye alıştığımız Sırp kökenli güzel yıldız Milla Jovovich de “femme fatale” (sinemada “ayartıcı kötü kadın” figürü) kimliğinin hakkını vererek, bu usta işi oyunculuk gösterilerine kendi rolünün ağırlığı nispetinde katkıda bulunuyor.

“Şantaj”ın ana fikri çok açık ve net:

“Sen, ayartılmaya pek meyilli insanoğlu, ne sağlam karakterine, ne de dindarlığına öyle pek fazla güvenme! Günahın çağrısı, kırılgan ruhunda küçücük bir çatlak bulduğunda bile içeri kolayca sızıp seni çepeçevre kuşatır! Hiç ummadığın bir zaman ve zeminde, bir de bakmışsın ki bütün hayatın sıfırlanmış; en başa dönüp tam da Şeytan'ın görmek istediği türden kömür karası birine dönüşmüşsün!”

Alıselim hiç bir kişinin karşı çıkamayacağı kadar doğru bir önerme bu… Dahası, kutsal metinlerin ve din bilgelerinin de her fırsatta vurgu yapıp doğruladığı, acıklı bir insanlık hâlinin yansıması… Ve çağımızın en büyük sinema sanatçılarından Robert De Niro, bu “son çeyrekte harcanıp giden mazbut adam” modeline öylesine inandırıcı bir yorum getiriyor ki sinemadan çıktıktan sonraki uzun saatler boyunca onun ahlâk fukarası bir çift tarafından darmadağın ediliş sürecini belleğinizden söküp atamıyorsunuz.

Şu an, ardı ardına gösterime giren onca önemli önemsiz yapımın arasında ayrıcalıklı pozisyonu belki tam olarak fark edilemeyecek; fakat “Şantaj”ın zaman içinde gerek De Niro'nun filmografisi, gerekse cezaevi dramaları külliyatında tıpkı yukarıda saydığım diğer kalburüstü örnekler gibi istisnai bir konuma erişeceğinden hiç kuşkum yok.

Çocuklar ve gençleri uzak tutmak kaydıyla, bu düşündürücü yapıtı yalnız başına, fakat daha da iyisi eşlerle birlikte izlemekte yarar var. Böylesine can yakıcı bir hikâyenin ayrılmaz unsuru görünümündeki (toplam uzunluğu iki dakikayı bile bulmayan) bir kaç cinsel içerikli sahneyi göz ardı etmek kaydıyla tabiî… Bu sahneler filmde şu ya da bu oranda olmak zorundaydı; çünkü zaten kahramanımızın, ömür boyu içinde dolandığı ve görünüşte barışık olduğu “mütedeyyin hayat”ın bir çift davetkâr göz ve bilinçaltına günahın çekiciliğini fısıldayıp duran ıslak bir dudakla tuz buz oluşunun hikâyesi nden söz ediyoruz.

Ülkemizin son on yıl içinde tanık olduğu kimi sosyolojik gelişmeler dikkate alındığında, ne kadar da tanıdık ve evrensel bir trajedi değil mi?