Hakan Bıçakcı'nın yeni romanı Karanlık Oda'da, kendine dönük bir yamyamlık durumu içinde bulunan baş karakter, arada kalmış ruh hali ile dikkat çekiyor
Edebiyatımızda örneklerine pek rastlamadığımız psikolojik gerilim türünde kitaplar yazan Hakan Bıçakcı yeni romanı Karanlık Oda'da bizi yine kendi korkularımızla yüzleştiriyor. O, korkuyu işlerken bu dünyaya ait olmayan fantastik ögeler kullanmıyor. Tam aksine gündelik hayatın içinden hemen hemen hepimizin yaşadığı garip olayların üzerine gidiyor. Yazarken gündelik hayatın içinden nesneler, mekânlar seçip bunları korku ve gerilimle yoğurduğunu belirten Bıçakcı, “Bildik nesneler, ortamlar ve insanlardan oluşan bir korku tüneli fikrini daha sarsıcı buluyorum. Empati süreci, tedirginlik hissi ve rahatsız edicilik boyutu olarak böylesi daha iddialı” diyor.
Mesafeli ve soğuk bir yaklaşım var. Mesafeli ve soğuk bir tür olduğundan belki de… Kitlelerin ilgisini çeken bir akım değil psikolojik gerilim. Ama az da olsa meraklısı var. Sinemada, edebiyatta olduğundan daha popüler bir de sanki… İnsanlar rüya gibi hayatları okumayı, izlemeyi seviyorlar. Kâbus gibi hayatları anlatan psikolojik gerilim kitleleri pek açmıyor.
Beni çeken bir şey bu... Nedenlerini tam olarak bilemiyorum. Okur ve sinema izleyicisi olarak da ilgilendiğim konu bu. Gerilimli ve tansiyonu yüksek öyküler yazmayı, tuhaf ve tedirgin edici ortamlar yaratmayı seviyorum. Tekinsizliğin büyüsü diye bir şey var çünkü.
Korku romanı yazmanın diğer türlerden çok büyük farkları olduğunu düşünmüyorum. Hangi türde yazarsanız yazın, dikkat edilmesi gereken noktaların çoğu ortak. Belli bir odağın olması, yan hikâyeler, takip edilecek bir izlek, karakterler, olaylar, neden sonuç ilişkileri vs...
Seçtiğim konular ve yaratmaya çalıştığım atmosfer çok değişmedi aslında. Ancak onu ifade etme biçimimin, genel olarak kurgunun ve yazım tekniklerimin değiştiğini düşünüyorum. Daha az mekân ve karakter kullanarak daha odaklı bir anlatıma doğru gittiğini düşünüyorum yazdıklarımın. En azından böyle olmasına çabalıyorum. Yazın serüvenimin neresinde olduğumu bilmiyorum. Ortalarında bir yerlerdeyim gibi hissediyorum. Ama gerçek durumu zaman gösterecek.
İlk fikir fiziksel olarak kendini yiyen bir adamı anlatmaktı. Kendine dönük yamyamlık durumu… Bu hem sosyolojik altmetni hem de yaratacağı gerilim açısından heyecanlandırdı beni. Sonra bu olayın kurbanının bir fotoğrafçı olması fikrini ekledim. Sergiye hazırlandığı için sanatçı kaygıları taşıyan ancak bir yandan alışveriş merkezinde vesikalık fotoğraf çekmekle meşgul bir fotoğrafçı. Onun bu arada kalmış ruh hali, kimlik bunalımı, yabancılaşma hissi de ilgimi çekti. Daha sonra epey zamandır kafamda olan düğün fotoğrafçılığı konusunu karakterin geçmişi olarak ekledim romana. En özel gün denen ritüel dolu günlerin her gün birebir aynı biçimde tekrar etmesi... Ancak bu dönem geçmişte kalsın istemedim. Paralel bir hayat gibi yazmaya çalıştım bu dönemi. Ve gerisi geldi.
Evet. Kahramanın iki ayrı kişi olma ihtimalini göz önünde bulundurarak özellikle yaptım bunu. Ayrıca kahramanın fotoğraf sergisine hazırladığı işlerinin adının çoğu sanat eserinin de olduğu gibi “İsimsiz” olması da bu durumuna bir gönderme. Yine karakterin sergi salonuna girmek için güvenliğe kimliğini bırakması da… Bir tür kimliğinden, var oluşundan ve dolayısıyla isminden sıyrılan karakter dramı var ortada.
Diğer kitaplarınızda olduğu gibi Karanlık Oda'da da gündelik hayatta herkesin yaşadığı gerilimler var. Bu gerilimleri okurken insan bir yerde kendi korkularıyla da yüzleşiyor. Sizce de öyle mi?
Katılıyorum. Amaç biraz da bu zaten… Kendi korkularımızla yüzleşmek. İnsanın karanlık tarafına doğru tedirginlik veren bir yolculuk yapmak… Yazarken gerilimi ve fantastik olanı gündelik hayat kılığında tasarlamaya gayret ediyorum. Bildik nesneler, ortamlar ve insanlardan oluşan bir korku tüneli fikrini daha sarsıcı buluyorum. Empati süreci, tedirginlik hissi ve rahatsız edicilik boyutu olarak böylesi daha iddialı...
Tam tersi olabilir. Çok yoğun bir mesaiye rağmen kalan vaktimde yazmaya çalışıyorum. Reklam yazarlığı başka bir disiplin tabii. Edebiyatıma ne olumlu ne de olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum. Fiziksel olarak vakit sorunu yaratması dışında bir etkisi yok, reklamcılığın yazarlığıma. Bunu da büyük bir sorun olarak görmüyorum açıkçası. Kafamdaki romanı yazıyorum eninde sonunda. Sürecin daha uzun sürmesi o kadar da önemli değil. Bir yere yetişmiyoruz sonuçta.
Roman kahramanlarını çevremdeki insanlardan ve olaylardan etkilenerek oluşturmuyorum aslında. En azından gözlemlerimi doğrudan aktarmıyorum romana. Konunun odağına uygun bir hale getirecek filtrelerden geçirmeye çalışıyorum gözlemlerimi. Konuya uygun olmayanları çok etkileyici bulsam da eliyorum. Romanımın bir tespit ve gözlem tutanağı olmasını asla istemem. Genel olarak da bir köşeye çekilip gözlem yapan adam profiline uygun değilim. Tabii ki bazı takıntılarım ve algıda seçici olduğum durumlar var ama tipik bir gözlem adamı sayılmam. Kişisel gözlemlerimden çok hayal gücüme başvuruyorum yazarken.
Hayır. Ben karakterlere dışarıdan bakma ve olayların tamamen benim kontrolümde olmasına çok özen gösteriyorum. Karakterin kontrolünü en çok kaybettiği durumları yazarken daha çok kontrollü oluyorum. Böyle bir ters orantı var bence yazarlıkta. İnsan içine gömüldüğü duguyu değil de dışardan bakabildiği duyguyu daha ayrıntılı ve sağlıklı aktarıyor. Kendi duygularımla değil okurda yaratmak istediğim duygularla ilgileniyorum.
Tek tük tepki alıyorum. Onlar da genellikle internet ortamında oluyor. Genelde tepkiler olumlu. Kitap kapağından korktuğunu söylüyor bir de çoğunluk. Bu da hesaplanmış bir durum tabii. İçeriğe dair bir tür uyarı...
Yeni roman çok taze olduğundan şu sıra kafamda yeni bir proje yok. Ancak roman yazmaya devam edeceğimi ve benzer temalarla boğuşacağımı hissediyorum.