Laiklik ilkesi gereği devlet inançlar karşısında tarafsızdır; görevi de farklı dinlere mensup kişilerin inandıkları dinlerini, başkalarına zarar vermeden yaşayabilecekleri ortamı hazırlamaktır. Başörtüsü tartışması bu açıdan laiklik ilkesine de ayırıdır.
Üniversitelerde, adına ne denirse densin, hanımların başlarını örtmek için kullandıkları “başörtüsü” veya “türban”ı isteyen kız öğrencilerin ve üniversitenin her kademesinde bulunan görevlilerin veya dışarıdan gelen ziyaretçilerin takma serbestliklerinin bulunup bulunmadığı konusu tartışılmaya devam etmektedir. Konunun biraz daha tartışılmaya devam edeceğinde de şüphe yoktur. Çünkü artık konu sadece milleti tarafından değil, milletin vekilleri olan seçilmiş kişiler ve hukukçular arasında da tartışılmaktadır. Ancak konu “hak” ve “hukuk” meselesi olarak görülüp tartışılması yerine, devletin rejimi esas alınarak tartışılmaya başlamıştır. Bundan dolayı da nereden bakılırsa bakılsın, mesele havada asılı kalmaktadır ve bu gidişle asılı kalmaya da devam edecektir.
Her şeyden önce hanımların başlarını örtme konusu “İslâm dininin bir emri midir, yoksa değil midir?” veya “kimlerin başlarının neresini, ne kadar ve ne ile örteceği” konusunu tartışmak lâik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin hiçbir vatandaşının hakkı ve yetkisi içinde değildir. Bu konu kişilerin kendilerinin seçip benimseyecekleri bir konudur. Zira bu bir inanç konusudur ve “ben böyle inanıyorum” diyen bir kimsenin inancı tartışılmaz. Herkes “ben bunun böyle olduğuna inanıyor ve öyle yaşamak istiyorum” demek hak ve özgürlüğüne de sahiptir. Çünkü lâik bir devlette yaşayan herkesin dinini seçmeye ve seçtiği dinini inandığı gibi yaşamaya hakkı vardır. Zaten devletin lâik olma ilkesi bunun içindir. Bizde de bunun için bu ilke seçilmiş ve benimsenmiştir. Bu bakımdan bazı kimselerin televizyonlara çıkıp “benim okuduğuma, bildiğime ve inancıma göre böyle bir şey yoktur” veya “başlar ancak şu nesne ile şu biçimde ve şu kadar örtülmesi gerekir” gibi ahkâm kesmesinin hiçbir yeri ve gereği yoktur.
Zaten böyle konuşanlar ancak örtünen kimseleri aşağılamak ve kendilerini tatmin etmek için konuşmaktadırlar. Zira okuduğu birkaç sayfa veya bir iki kitapla kişi allâme olmaz; ancak kendi istediği şeyleri görüp öğrenebilir ve onlara sahip çıkabilir ki, bu kadarı da hiç kimseye akıl ve fetva vermek için yeterli değildir. Bir dine inanan o dinin bazı inceliklerini öğrenmek isterse bunu kim veya kimlerden sorup öğreneceğini de bilir. Devlet de zaten lâiklik prensibini benimsediği için, inançlar karşısında tarafsızdır; görevi de farklı dinlere mensup kişilerin inandıkları dinlerini, başkalarına zarar vermeden, yaşayabilecekleri ortamı hazırlamak veya hazırlanmış ortamları koruyarak bunlara başkalarının zarar vermesini engellemekle yükümlüdür.
Bu duruma göre konu devletin lâikliği değil, kişinin hak ve hukuku açısından bakılarak değerlendirilmesi gerekir. Yani “ben şu dinin mensubuyum ve dinime göre başımı örtmek istiyorum” diyen bir hanım inandığı gibi yaşamak hakkına sahiptir; kimse de onun bu hakkını kullanmasına engel olamaz. Başlarını örten kimseler başlarını örtüş biçimine göre hiç kimse tarafından sınıflandırılamaz ve belli yerlere yerleştirilemez. Çünkü bir dini seçme, ona inanma ve inandığı gibi yaşama hakkı, kişilik haklarındandır; bu hakkın kullanılmasına kimse engel olamaz. Bu hak aynı zamanda vazgeçilemez ve devredilemez bir haktır.
Tartışmalarda dikkati çeken bir başka husus da kimlerin başlarını örtebileceği veya kimlerin başlarını örtemeyeceği konusudur. Böyle bir tartışma da aslında abesle iştigaldir. Eğer bir hanım örtünme gereğinin inancından kaynaklandığını söylüyorsa onun da örtünmesi en tabii hakkıdır. Yoksa “sen hizmet alıyorsun örtebilirsin, sen hizmet veriyorsun örtemezsin” şeklinde bir ayırıma gidilemez. Zira kişinin inancı gördüğü işe göre değerlendirilmez veya buna göre değişmez. Her iki durumda olan hanımlar aynı dine inanmakta ve aynı sebeple örtünmek istemektedir. Burada hizmet alan kimsenin daha dindar, hizmet veren kimsenin ise daha az dindar olduğu hükmüne varılamaz. Aksi halde hizmet alan durumunda olan üniversite öğrencisinin mezuniyetinden sonra dindarlığını kaybettiği, dolayısıyla da artık başını örtmesi gerekmediği neticesine varılır ki, hiç kimse bir başkası hakkında böyle bir neticeye varamaz ve o kimse hakkında böyle bir hüküm veremez.
Bu konuda verilecek bir karar, konunun hukuka uygun olup olmadığı noktasına dayandırılmalıdır. Bu açıdan baktığımızda “üniversitelerde, yürürlükte olan kanunlara aykırı olmamak şartıyla, kılık ve kıyafetin serbest” olduğunu beyan eden 2547 sayılı kanunun geçici 17. maddesi hükümlerinin yürürlükte olduğunu görmekteyiz. Bu kanun lâik devletin ilgili ve yetkili makamı olan TBMM tarafından konulmuş, yine yetkili merci Anayasa Mahkemesi tarafından da iptal edilmeyerek yürürlükte bırakılmış bir kanundur. Bundan anlaşıldığına göre de üniversitenin sınırları içinde kim olursa olsun, başını örtebilecektir. Bu kanunu hem koyucu, hem yürütücü makamlar uygulanmasını sağlayacak tedbirleri alacak ve hem de bu kanunla hüküm verecek makamlar kanunun işlerliğini sağlayacaklardır.
Hizmet alan ve veren ayırımı yapan kimseler yanlış bir değerlendirme içine düşmüşlerdir. Başını inandığı için örten bir hanım yalnızca üniversite döneminde örtüp ondan önceki dönemde, on sekiz yaşını geçmiş ve hizmet veren bir durumda ise başı açık olacak ve üniversiteden mezun olunca da hizmet veren durumda yine başı açık olacaktır. Acaba inanan ve mükellef olduktan sonraki hayatında başını örtmek isteyen bir hanım için üniversite tahsili sırasındaki dindarlığı yeterli mi görülmektedir? Bu ölçüyü kim ve kimin adına belirlemiş?