Kendinize, zamanınıza ve alın terinizle kazandığınız paranıza azıcık saygınız varsa, bu tür bir sinema anlayışından kesinkes uzak durun. Böylesine hasta ruhlu filmleri asla izlemeyin, sevdiklerinize izletmeyin ve onları yapanlara da para kazandırmayın. Sonra, annesini eklem yerlerinden sakin sakin doğrayıp parçalarını buzdolabına koyan ve üstüne gayet soğukkanlı bir biçimde internet kafeye chat yapmaya giden 17 yaşındaki Bursalı çocuk karşısında dehşete düşmek için hiç bir gerekçeniz kalmayacaktır; bilesiniz!
Fransız başkanlık seçimleri sırasında varoşlarda bir ayaklanma patlak verir. Kargaşanın tam ortasında kalan küçük bir hırsız çetesi de yapmayı plânladıkları soygunda başarısızlığa uğrayacaktır. Polisten kaçmaya çalışan bazı çete üyeleri, izlerini kaybettirmek için sınırdaki ıssız bir pansiyona saklanırlar. Nazi hareketi mensubu olan pansiyon sahibi, esir aldığı müşterilerinin üzerinde faşist fantezilerini uygulamaya başlar ve kurbanlar binanın karanlık odalarında her türlü aşağılanmaya tâbi tutulurlar.
Meğerse, gençlik yıllarımızda filmlerini loş salonlarda irkilerek izleyip, adlarını “aşırı kanlı yönetmenler” kategorisinde andığımız George A. Romero, Tobe Hooper ve Dario Argento gibi yönetmenler, sinemasal çizgileri itibarıyla oldukça namuslu adamlarmış da bizim haberimiz yokmuş vesselam...
2000'li yıllarda ABD, Japonya, Güney Kore ve nihayet “asil öykülerin kaynağı” olarak nam salmış Fransa'dan ardarda gelmeye başlayan birbirinden iğrenç, birbirinden manyakça korku-gerilim filmlerini izledikçe, ben ve çevremdeki sinefil dostlarımın yukarıda adlarını andığım üç önemli sinemacıya da vaktiyle ciddi biçimde haksızlık ettiğimize kanaat getirmeye başladım. Bu adamların 1970 ve 80'lerde çektikleri korku-gerilim filmlerinin en azından felsefî bir derdi vardı; en kanlı sahnelerin bile alt-okumalarında hayata dair önemli bir mesajın izlerini bulabilmek mümkündü. En azından şiddeti bile başarıyla estetize edip, gözü ve ruhu yormayan, daha yenilir yutulur bir forma sokuyorlardı.
Oysa, son yıllarda dünya salonlarında boy göstermeye başlayan, kendisini iki bölümlük “Hostel” felaketi ile simgelemenin gayet isabetli olacağı yeni bir sinemasal akım, felsefeyi-estetiği falan tamamen boşvererek, şimdilerde gözü kara bir şekilde tek bir hedefe doğru koşuyor: Her seferinde, mide bulandırmanın yepyeni yollarını bulmak...
Fransız sinemasının 2003 tarihli kusturucu psikopatlık gösterisi “Haute Tension”, iğrençlikte onunla yarışma iddiasındaki 2005 yapımı “Hostel-1” ve hemen ardından gelen 2007 tarihli devam bölümü “Hostel-2”, geçenlerde bir gece yarısı DVD'den izleyip son 10 dakikasında dudaklarımdan gayrı ihtiyari olarak “Yeter be yahu!” tepkisi, hemen ardından da “Allah, böyle bir filmi tasarlayanın da çekenin de belasını versin” bedduası dökülen 2007 tarihli tahammülü zor kan banyosu gösterisi “À l'intérieur” ve en nihayet yine Fransa'dan gelen yeni bir örnek olarak “Frontière(s)”...
Olanca samimiyetimle söylüyorum; Rabbim bu filmleri yazan, görüntüleyen, kurgulayan, yöneten ve onlarda rol alan bütün insanlara tez zamanda hidayet versin. Hayır hayır, din değiştirip Müslüman falan olmalarına hiç gerek yok; bir an önce yeniden “insanlık çizgisi”ne geri dönsünler, bu yeter de artar! Çünkü, şiddetin her yaştan insan tarafından gitgide kanıksanıp ilkokul sıralarına kadar indiği böylesine karanlık bir çağda genç izleyicilere “sinema” diye sundukları bu şeyler gerçekten de insanlık dışı... Hiç bir gerçek sanatçı, uluslararası kamuoyunun kollektif belleğine sinema yoluyla yapılmış böyle bir kötülüğün vicdan azabını sonsuza dek içinde taşıyamaz. Ve dünyadaki hiç bir gişe başarısı da böylesine hastalıklı ve ekstrem vahşet fantazilerinin bu düzeydeki bir pervasızlık içinde beyazperdeye yansıtılıp izleyicinin belleğinde aşama aşama “olağanlaştırılması”nı, “sıradanlaştırılması”nı affettiremez.
Bu hafta sonu gösterime giren Fransız-İsviçre ortak yapımı “Frontière(s)” de aynı çizgiden, yani “İzleyiciyi böğürtmek için, şimdiye kadar beyazperdede yapılmış olanlardan daha fazla ne yapabilirim?” sorusunun ardından gidiyor.
Kendinize, zamanınıza ve alın terinizle kazandığınız paranıza azıcık saygınız varsa, bu tür bir sinema anlayışından kesinkes uzak durun. Böylesine hasta ruhlu filmleri asla izlemeyin, sevdiklerinize izletmeyin ve onları yapanlara da dağıtanlara da para kazandırmayın. Sonra, annesini eklem yerlerinden sakin sakin doğrayıp parçalarını buzdolabına koyan ve üstüne gayet soğukkanlı bir biçimde internet kafeye chat yapmaya giden 17 yaşındaki Bursalı çocuk karşısında dehşete düşmek için hiç bir gerekçeniz kalmayacaktır; bilesiniz!
Bu çocuklar da onları bu noktaya taşıyan cinnet hâlleri de gökten zembille inmedi elbette. Eskilerin dediği gibi, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. Her geçen gün etkilerini daha yoğun ve ürkütücü düzeyde hissettirmeye başlayan bu şiddet kültürü, sosyolojinin “neden-sonuç yasaları” gereği, müzik, sinema, televizyon ve yazılı basın aracılığıyla üst üste yığılan bütün o kirli iletilerin doğal bir sonucu olarak hayatımızın baş köşesine gelip yerleşmiş durumda...
Pekiyi, bu kadar saf, temiz ve de akıllı bir kitlenin arasından nasıl oluyordu da sınıf arkadaşının gırtlağını kesen psikopatlar çıkabiliyordu? Bunun cevabını -gerek bu dünyada, gerekse ahirette- ben vermeyeceğim elbette. Yıllardır televizyon ekranlarından Türk gençliğine bu ve benzeri repliklerle dolu kanlı dizileri, gözlerini para hırsı bürümüş bir hâlde pişkinlikle dayatanlar verecekler! Yoksa, bizim bu sayfada şiddet, pornografi ve olumsuz davranış örnekleri içeren bir filmcilik anlayışına karşı üç yıldır izlediğimiz yol haritası zaten belli...
Herkes şundan adı kadar emin olsun ki önü-ardı iyice hesaplanmadan, üç günlük hesaplarla düşüncesizce çiziktirilmiş bir senaryonun yol açtığı her türlü toplumsal trajedinin hesabı, tıpkı diğer zerre kadar iyilik ve kötülük gibi ötelerde bir yerlerde titizlikle tutulmakta. Ve bu hesap, günü geldiğinde mutlaka faillerinden sorulacaktır. Bana göre “fail” de izlediği filmlerin -doğal olarak- etkisinde kalan, çoğu akıl baliğ bile olmamış o zavallı çocuklar değildir.
Velhasıl, bizlere -üstüne bir de paramız alınarak- sergilenen bu kirli oyunun birer piyonuna dönüşmeyelim sevgili dostlarım... İnsan ruhuna ve bedenine yönelik açık bir saygısızlık gösterisi konumundaki böyle bir sinema anlayışını reddetmek, bana göre çağımızda insan olmanın da temel gereklerinden birine dönüştü artık...
Belki yeryüzündeki herkesi, dalgalarının sesleri artık yavaş yavaş kıyılarımıza vurmaya başlayan “büyük tufan”dan kurtaramayacağız. Ancak, yakın çevremizi korumak hâlâ ellerimizde.
O yüzden, ne yapıp edip, en azından bir kısmımız bu “görsel pisliğin” uzağında kalmalıyız.