Süleyman Sırrı Şenol bir Naht ustası. Selçuklular dönemine uzanan bir sanat olan Naht, ahşaba kıl testereyle şekil verilerek yapılıyor. Şenol, yirmi yıllık mesleği olan gözlükçülüğü 26 yıl önce bırakmış o günden bu yana da tamamen bu sanatla uğraşıyor. Ama o sadece eser çıkarmıyor, bu sanat sayesinde ruhunu da eğitiyor.
Süleyman Sırrı Şenol “Halet-i ruhiyesi neye iltifat ederse Rabbim ona onu nasib eder” diyerek başlıyor her söze. Naht onun hayatına davetsiz bir tevafuk sisilesi içinde girmiş. Ahşap sevgisinden başlayan yolculukta içgüdüsel olarak farkında olmadan kendini naht sanatı yaparken bulmuş. Üstelik kimseden öğrenmeden, kendi başına ve şimdiye dek hiçbir Naht icracısının cesaret edemeyeceği kadar ince yaparak. Süleyman Bey'le konuşurken maddeden yola çıkıp manevi bir dünyaya uzanan bu yolcukta çok şey öğreniyoruz. Süleyman Bey'in ahşap aşkı, daha beş altı yaşlarındayken başlamış. Annesinin margarin tenekelerine diktiği çiçeklerin dibinde babasının sigarasını yaktığı kibritleri biriktirip oynarmış. Sonra meslek edinmek için bir ustanın yanında gözlükçülük yapmaya başlamış. Fiili olarak sanata ilk adımı askere gittiğinde olmuş. Askerdeyken getirilen bir sandık kayısı o zamana kadar anlamlandıramadığı ahşap sevgisini en belirgin belirtisi. Çünkü o getirilen kayısıyla değil, ahşap kasa kokusuyla ilgilenir bulmuş kendini. Ardından küçük bir çocuk ona Kelime-i Tevhid yazısı hediye edince artık yapması gereken şeyi biliyormuş. Sandığı bozmuş ve üzerine elindeki yazıyı kurşun kalemle çizmiş, kesmiş. Böylelikle eğitimini bile almadığı bu sanata adımını atmış.
Askerden döndükten sonra da tekrar işine devam eden Şenol, dükkan kapısına daha önce ahşaptan kestiği bir hat yazılarını asıyormuş. Çevresindeki bütün esnaf arkadaşları tebrik ediyormuş. Bu onu o kadar sevindirmiş ki kendine “hattat optiker” diye de bir kart bile bastırmış. Zaman geçmiş bir gün başka bir müşteri gelmiş, konuşmuşlar, kapının üzerindeki yazıyı kendisinin yazdığını söylemiş. Tam “Aferin” diyecek zannederken o bakar bakmaz; “Kardeşim kusura bakma ama sen yazıyı batırmışsın” deyivermiş ve ders alması için hattat Hüseyin Kutlu'yu tarif etmiş. Şenol; “Benden söz istedi, ona söz verdiğim için gittim. Hocamı tanıdığımda bir hiç olduğumu anladım. Kesme konusunda hep ondan eğitim aldım. Şimdi icazetliyim” diyor. Süleyman bey, bu sanatı yaparken ince bir kontroplaktan ve kıl testereden başka hiçbir alet kullanmıyor. Ona eşlik eden yalnızca bol zamanı ve radyosundan çıkan ney meşki. Renklendirmeyi de doğal boyalarla yapıyor. Bir eser yaklaşık bir buçuk ay sürüyor. Zaten yakından baktığınızda ne kadar sabır isteyen bir iş olduğunu anlamamanız mümkün değil. Şenol; “Yapacağınız esere başlarken mefhumu ortadan kalkarak çalışıyorsunuz. Öyle bir halleşiyorsunuz ki sanki yok oluyorsunuz. Dışarıda görseniz değer vermezsiniz “Alt tarafı bir ahşap” dersiniz. Ama o işlenirken size teslim oluyor” diyor.
Hat yazmanın motif kesmekten daha zor olduğunu, çünkü kusur kabul etmediğini söylüyor. Genelde hocası Hattat Hüseyin Kutlu'nun yazılarını kesen Şenol, şimdiye kadar hiç obje çalışamamış. Bunun yanı sıra, hiç öğrenci yetiştiremediğini çünkü başlayanların sabredemeyip bıraktığını söylüyor. Yaptığı sanatı şöyle anlatıyor; “Bu sadece o yazıyı kesmek değil mesele bu insanı ruhu eğiten bir sanat. Siz farkına varmadan kişiliğinizi de şekillendiriyor. Tezgahın başına oturup elinize kıl testereyi aldığınız zaman itiraz yok, teslimiyet var.” diyor. Bu onların doğal renklerine uygun olarak ahşaba uygulamasını sağlıyormuş. Şenol; “Bu atölyede öyle anlar oluyor ki o anlar içinde kendinizin bile farkında olmuyorsunuz. Eser bitene kadar kesinlikle süpüremiyorum bile. Çok ince olduğu için kırılma riski fazla ama kırılırsa da yapıştırılabiliyor. Bu bir gönül sanatıdır nasibi olan nasiplenir” diyor.
Yaklaşık otuz beş tane eseri olan Süleyman Beyin esnaf bir arkadaşı kendine söylediği bir söze bir hayli şaşırmış; “Bir esnaf arkadaş beni gıyaben tanıyormuş bir yazı yazdırmak üzere dükkanına gittik. Kesilmiş olan yazıya baktı bir de bana baktı. “Bir şey söyleyeceğim ama gücenmek yok. Bu iri yarı ellerle bu ince yazıyı nasıl yazdın” dedi. Ben de önemli olan ellerin şekli değil gönlün inceliği dedim”diyerek sanatın şekille değil ruhla ilgili bir uğraş olduğunu anlatmış. Hat ve tezhip bu sanatla mukayese edilemediğini ama naht'ın daha zahmetli ve sabrının diğerlerine göre daha fazla olduğunu söylüyor. “Sanatı yapmak veya yapılan sanatı seyretmek yapan kadar önemlidir. Seyretmek sanatın yarısıdır. Yüreği ve gözü olan seyredebilir ancak. Muhabbeti olmayan bir şey göremez. Yapanla sanat eseri seyreden de eş değerdedir” diyor. Şenol sanatla ilgisi olmayanlar için de sözlerini şöyle noktalıyor; “Hiç sanatla meşgul olmayan yapılmış olan güzelliği görmeyen bir kimsenin hali katıdır. Tren yoluna benzeyen bir ray gibidir”.
Şenol, bir esere başlamadan önce bahçe bahçe geziyormuş. Maliyetli mi? diye soruyorum; “Bunun asıl maliyeti ona vermiş olduğunuz zamandır. Uzun yıllar buna emek veriyorum. Küçük bir parça elimden düşse sanki benden bir parça yere düşmüş gibi oluyor. Saatlerce o düşen parçayı ararım. Aslında o parçanın aynısını yapmam iki veya üç dakikamı alır ama benim iki üç saatim aramakla geçiyor. Çünkü bu ilahi bir sanatın parçası, sanki onun yalvardığını hissediyorum. Ne kadar sürse de buluyorum” diyor. Sonra bakıyorum atölyesi, ahşap ve kağıtlarla dolu. Ama bir poşetin içinde ince ve küçücük kağıtlar duruyor. Ne olduğunu soruyorum? Şenol Bey, yaptığı çalışmaların kalıp kağıtlarından bir miktar alıp poşetin içine atıp biriktiyormuş. Öldükten sonra ise bu kağıtların kendisiyle birlikte mezara gömülmesini vasiyet etmiş. Bunu bir hattat geleneğine benzeten Şenol şöyle diyor; “Eskiden hattatlar açtıkları kamışların çöplerini atmazlarmış edebe aykırı olduğu için biriktirirlermiş. Benim yaptığımda buna benzer bir şey” diyor.