Son yıllarda Suudi Arabistan topraklarında çekilen yerli ve yabancı filmlerin ne ölçüde “yüksek sinema” içerdiği meselesinin şu dakika itibarıyla fazlaca bir önemi yok. Bunu belki bir 20 yıl sonra enine boyuna tartışabiliriz. Şimdilik asıl önemli olan, Suudiler'in böyle bir açılımı sessiz sedasız başlatmış olması...
İslâm dünyasının geneli açısından çok önemli gördüğüm bu konuyu uzunca bir süredir yazmayı düşünüyordum aslında... Hattâ, geride bıraktığımız Ramazan ayı içinde, sıcağı sıcağına ele alınıp hakkının teslim edilmesi gereken bir olaydı Suudi Arabistan topraklarında “yaşananlar”…
Fakat, sürpriz bir biçimde gündemimize giren (Sırp yalakası sinemacı Emir Kusturica'nın Antalya Altın Portakal Festivali'nde jüri başkanlığı koltuğuna oturtulması gibi) diğer bazı önemli meselelerden dolayı, ertelene ertelene nihayet bu hafta sonunda yerini bulabildi.
Aranızdan kaç kişi, 2010 yılı Ramazan ayı boyunca Türk televizyonlarının, başta Mekke ve Medine olmak üzere, Suudi Arabistan'ın çeşitli kentlerinden yaptığı (canlı ya da banttan) yayınlara dikkat kesildi bilemiyorum. Hemen belirteyim ki ben, o süreçte Peygamberimiz'in ülkesinde sessiz sedasız gerçekleştirilen bir “kültür devrimi”ni pür dikkat takip etmeye çalıştım.
Egemenliğini sürdürdüğü topraklar üzerinde bir tek sinema salonu bile bulunmayan; bırakın sinemayı, uleması yıllardır televizyon yayınlarının dahi meşruiyetini tartışan ve onca ekonomik kudretine karşın bu alanda (neredeyse yalnızca Kraliyet Ailesi'nin günlük icraatını anlatmak amacıyla kurulmuş) donuk bir devlet kanalı işletmekten daha fazlasını yapmayan Suudi Arabistan'da son iki-üç yıldır sinema ve televizyon merkezli müthiş gelişmeler oluyor. Daha sözümün başlarında ve büyük bir keyifle vurgulamak isterim ki bunlar son derece güzel, aynı zamanda da İslâm âleminin tümü adına faydalı gelişmeler…
Fakat, görüntülü medyânın tahripkar etkilerine yönelik bu korku, Suudi Arabistan özelinde belli bir aşamadan sonra “pire için yorgan yakma” durumuna dönüştü ve her alanda ilerlemelerini arzuladığımız Arap dostlarımız özellikle sinema-televizyon gibi stratejik araçları kullanıp bunlardan dünya çapında söz sahibi olabilecek başyapıtlar çıkarma noktasında, ekonomik, politik ve tarihsel güçleriyle kıyaslanmayacak oranda cılız kaldılar.
Kendi adıma, ülkenin televizyon yayıncılığında son yıllarda gözlemlediğim en önemli değişim, yabancı televizyon muhabirlerine artık eskisine oranla çok daha kolay ve hattâ teşvik edici bir tavırla “çalışma izni” verilmesi… Ki bundan 15 yıl kadar önce Star'ın efsanevî programı “Teksoy Görevde”de çalışırken, en unutulmaz bölümlerimizden biri olan “Kutsal Topraklara Yolculuk” için resmî izinleri alma sürecinde meslekî ustam Sadettin Teksoy'un ne çileler çektiğini çok iyi hatırlarım. Ta Suudi Kral'ına kadar uzanan bir başvuru zincirinin sonunda çekilebilmişti “Teksoy Görevde”nin sözünü ettiğim bölümü… Çalıştığımız kanalda da sonraki 5-6 yıl boyunca en az bir 20 kez yayımlanmıştı!
Geçen Ramazan boyunca, aralarında Türk habercilerin de yer aldığı bir sürü farklı ulustan medya mensubunun kameralarıyla birlikte kâh Mekke kâh Medine caddelerinde ferah feza koşullarda fink atışını izledikçe, 1990'lardaki o kasvetli izin prosedürünü yeniden hatırladım ister istemez… Meslektaşlarımdan da duyduğum üzere, şimdilerde vizesini alıp kamerasını kapan, “sınırları aşırı zorlamamak” kaydıyla Suudi topraklarında dilediğince çalışabiliyor. Sivil polislerin habercilere yönelik baskı ve yönlendirmelerinde de yok denecek kadar azalma olduğunu söylüyorlar. Belli ki Riyad yönetimi, gerek Ankara'da, gerekse dünyanın diğer ülkelerindeki diplomatik misyonlarına, “Medya mensuplarına karşı daha anlayışlı davranın ve onların işlerini kolaylaştırın” tâlimatı vermiş.
Henüz ticarî sinema salonlarına sahip olmayan bu ülke, öteden beri görece daha anlayışlı davrandığı bir kuruma, Amerikalılar'ın ünlü coğrafya araştırmaları derneği National Geographic'e, Cosmic Pictures adlı bir diğer şirketle ortaklaşa çekmeyi planladığı “Mekke'ye Yolculuk: Arap Gezgin İbn-i Batutta'nın Öyküsü” adlı yarı kurmaca-yarı belgesel yapıt için, 2007 yılında o tarihe kadar görülmemiş türden çekim imtiyazları tanıyacaktı. Suudi topraklarında aylar boyunca görsel açıdan muhteşem çekimler yapan Amerikalı ekip, sıra Mekke'de, özellikle de Harem-i Şerif'te çalışmaya geldiğinde, yerlerini (bu dev proje nedeniyle önceden teknik eğitim verdikleri) Müslüman-Arap görüntü yönetmenlerine bırakıyorlardı. Yani, Suudiler bir yandan ülkelerinde film çekmek isteyen yerli-yabancı sinemacıları özgürleştirirken, diğer yandan açılımı da İslâm'ın yüzlerce yıllık temel edep kurallarında cıvıtmaya falan gitmeden yapmaktalar… Böylesi ince konulardaki duyarlılık yine devam ediyor; fakat eskisinden çok daha pratik çözümler eşliğinde…
Son yıllarda Suudi Arabistan topraklarında çekilen yerli ve yabancı filmlerin ne ölçüde “yüksek sinema” içerdiği meselesinin şu dakika itibarıyla fazlaca bir önemi yok. Bunu belki bir 20 yıl sonra enine boyuna tartışabiliriz. Şimdilik asıl önemli olan, Suudiler'in böyle bir açılımı sessiz sedasız başlatmış olması…
Beni bu köşeden Kraliyet Ailesi'nin kaç üyesi duyabilir bilemiyorum, fakat en azından Suudi Arabistan'ın Ankara'daki saygıdeğer büyükelçisine dostça bir selam göndermiş olayım.
Değerli din kardeşlerimiz; İslâm'ın ve Araplar'ın (aslında onlarla birlikte, İslâm dünyasının ayrılmaz bir parçası olan Türkler'in de) küresel imajının “11 Eylül Komplosu”nun ardından ağır yaralar aldığı bir psikolojik savaş döneminde, hem kendiniz hem de bütün bir İslâm âlemi için son derece hayırlı bir açılım sergilemektesiniz. İnsanlar, yalnızca gözleriyle görmedikleri ve yakından tanımadıkları şeylerden korkarlar. Dünyanın batı tarafındakilere, sizin topraklarınızda da merhamet, konukseverlik ve hoşgörü gibi erdemlere sahip güleç yüzlü insanların yaşadığını mutlaka göstermelisiniz.
Suudi Arabistan yönetiminin sinema ve televizyon alanında başlattığı açılım sürecini bütün kalbimle destekliyor, şimdiye kadar bu konularda yapıp ettikleri için de kutluyorum.