Cuntanın işkence tezgahına çevirdiği Diyarbakır Cezaevi'nde asteğmen olarak askerliğini yapan Ferman Karaçam, 26 yaşındaki bir gencin koridorda sopa ve tekmelerle linç edilişine tanık olmuş. Genç mahkumu döven askerlerin komutanı “Ben yoruldum, sıra sende, hadi vur” baskısından yazılı emir isteyerek kurtulsa da o sahneyi zihninden silememiş. Linç edilen mahkum meğer üniversiteden arkadaşının yeğeniymiş. Arkadaşından “Yeğenimin katilisin” sözünü duyunca dünya başına yıkılmış.
12 Eylül cuntasının ülkeyi karanlığa gömdüğü günlerde yolu Diyarbakır Cezaevi'ne düşenlerden, hem ansiklopedilere hem de vicdanlara sığmayacak işkenceleri dinledik. Kalaslar altında inleyen, lağım kuyularında sürüklenen, utanç verici yöntemlerle aşağılanan darbe mağdurlarının ağzından o çileli günlere tanıklık ettik. Şimdi 5 Nolu'daki zulmü apayrı bir ağızdan, darbe yönetiminin işkence tezgâhına çevirdiği Diyarbakır Cezaevi'nde askerliğini asteğmen olarak yapan Ferman Karaçam'dan dinleyeceksiniz. 1983-1984 yılları arasında cezaevinde görev yapan Karaçam'ın gözleri önünde tekmelerle linç edilen 26 yaşındaki bir mahkumu, Türkçe bilmeyen felçli annesiyle Kürtçe konuşamadığı için kafasını duvarlara vurup parçalayan genci ve daha nice acı tecrübeyi okuyacaksınız.
Karaçam, Erzurum Edebiyat Fakültesi'ni bitirdikten sonra 28 yaşındayken vatani görevini yapmak üzere askerlik şubesine başvurmuş. Kura sonrası yolu Diyarbakır Cezaevi'ne düşmüş. Ama orada yaşanan insanlık dışı olaylara dair hiçbir bilgisi yokmuş. Darbe dönemi sonuçta. Hayat sansüre mahkûm. Demir kapıdan içeri adım atmış. O anı anlatırken konuşmasının sonunda da söyleyeceği bir cümle dökülüyor ağzından: “Orada insanlık yoktu.” Tanık olduğu işkenceler nedeniyle daha ilk günlerinde psikolojisinin bozulduğunu söylüyor.
Karaçam, cezaevine gitmeden kısa bir zaman önce işkencenin unutulmaz ismi Esat Oktay Yıldıran'ın yerine biraz daha ılımlı bir yüzbaşı getirilmiş. Fakat Yıldıran'ın estirdiği sert rüzgarın etkisi hâlâ hissediliyormuş cezavinde. O, mülayim olsa da çavuşlar, onbaşılar, erler aynı değilmiş. Askerlerin cinnet geçirecek seviyede terörize edildiğini dile getiren Karaçam, akıl almaz işkencelerin ruh halini “Öç alma hırsı onları tamamen insanlıklarından çıkarmıştı” sözleriyle açıklıyor. Mahkumların durumunu ise şöyle özetliyor: “Askerden havalandırmada dayak yiyor, işkence görüyor. Sonra içeride gidip PKK'nın teorisyenlerinden eğitim alıyor.”
'Kürtçe konuşmak yasak' kuralıyla karşılaştığı görüş günlerinde tutukluları biraz olsun idare etmeye çalışmış. Ama tez zamanda ispiyonlanmış. 'Mahkûmlara Kürtçe konuşturduğunuz tespit edilmiştir' diye başlayıp 'Tekerrürü halinde…' diye devam eden tutanağı cebine koymuşlar. Zaten o arada da Kenan Evren kesin bir genelge yayınlamış. 'Kürtçe tamamen yasak' Evren'in bu yasağı, PKK'nın propagandası olmuş. Örgüt, cezaevinde çocuğu, yakını olanları 'dillerini uyuşturdular, lal ettiler' diye kandırmış.
Karaçam, felçli bir mahkum annenin dramını şöyle anlatıyor: “Görüş sırasında bir kadın yerlerde sürünüp çığlık çığlığa bağırıyor. Meğerse kadın felçli, ayağa da kalkamıyor. Asker beni çağırdı 'Komutanım filan koğuşta filan çocuk onun oğlu, konuşamıyor, ne yapalım' dedi. O arada mahkûm çocuk da bana doğru geldi. Uzun boylu, 23-25 yaşlarında pırıl pırıl bir delikanlı. 'Komutanım bu benim annem. “Oğlunun dilini lal ettiler” demişler. Çocuk konuşamadığı için dilini çıkarıp gösteriyor, ama annesi inanmıyor.”
Kadın ağlamaya devam ederken, oğlu Karaçam'dan Kürtçe konuşmak için izin istemiş. Karaçam, 'tamam' demek istemiş fakat cebindeki tutanak aklına gelmiş. Tutanağı çıkarıp mahkûma göstermiş. Bir hafta önce birkaç kelime Kürtçe konuşturduğu için başının belaya girdiğini söylemiş. İşte o an ömrü boyunca unutamayacağı acı bir olaya daha tanıklık etmiş. Annesiyle konuşamayacağını anlayan mahkûm bir anda koşarak kafasını duvara vurmuş. Kafasını o kadar sert çarpmış ki, kendinden geçmiş, yere yığılmış. Anlatırken gözleri dolan Karaçam, “İnsanı dilinden alıkoymak zulümdür” diyor.
Asteğmen Karaçam, 'Bir an önce bitsin' diye dua ettiği Diyarbakır Cezaevi günlerinde bir linçe tanıklık etmiş. “Yaşadığım en acı olaydı” diyor. Asker gardiyanlar, başlarında bir üsteğmenle 26 yaşındaki genç bir mahkumu koridora çıkarıp yere yatırmış. Sırayla vurmaya başlamışlar. Sopalar, tekmeler havada uçuşmuş. Bir ara askerlerin başındaki üsteğmen, Karaçam'a da 'Vur, sıra sende, ben çok yoruldum' demiş. Gördükleri karşısında hiçbir şey yapamamanın ezikliğini yaşayan Karaçam'ı ağzından zar zor “Ben vuramam komutanım” sözleri dökülmüş.
Karaçam, yerde kanlar içinde yatan çocuğa vurmak istemeyince üsteğmen sinirlenmiş. “Vurmazsan seni içeri atarım” diye bağırmış. Karacam, bu baskıdan kurtulabilmek için “Yazılı emir getirin” karşılığını vermiş. Üsteğmen daha da sinirlenmiş. Elindeki sopayı tavana fırlatmış. Lambalar aşağı dökülürken yerde yatan genç mahkum, postal ve sopa darbeleri altında inliyormuş. O günün sabahına da çıkmamış zaten. Sonrası tanıdık hikaye. Asteğmenlere zorla tutturulan düzmece raporlar. 'Merdivende yuvarlandı, duvardan düştü' türünden bahaneler.
Askerlik sonrası zihninden bir türlü silemediği linç vahşeti, bir arkadaş sohbetinde Karaçam'ın karşısına çıkmış. Söz askerlik günlerinden açılınca arkadaşı ona “Sen benim yeğenimin katilisin” demiş. Şaşırmış Karaçam. “Nasıl yani” diye sormuş. Meğer o koridorda linç edilen mahkum, Erzurum'dan üniversite arkadaşı Fethi'nin yeğeniymiş. Arkadaşı, ablasının oğlunu tarif etmiş.
Adını söylemiş, hayatını kaybettiği tarihi söylemiş. İşte o an dünya Karaçam'ın başına yıkılmış. “Evet, o çocuğu tanıyorum” diyebilmiş. Gün gelip de linç edilen mahkumun yakın arkadaşlarından birinin yeğeni olduğunu öğrenmesi Karaçam'ın yıllar boyu unutamadığı acıyı katbekat artırmış. Boğazı düğümlenen, konuşmakta zorlanan Karaçam, zor da olsa son sözünü söylüyor: “Orada insanlık yoktu”
Karaçam, tahliye olan mahkumların birçoğunun kimliğini almadan cezaevini terk ettiğini söylüyor. Kimliğini vermek istediği mahkumlar, “TC kimliğini ne yapayım, ben dağa gidiyorum” diyormuş. Karaçam, bu tabloyla karşılaşınca Türkiye'nin üzerinde planlı bir oyunun oynandığını düşünmüş. Elinden geldiği kadar mahkûmlarla diyalog kurmaya uğraşmış. Askerlik yaptığı dönem PKK'nın kanlı eylemlerini başlattığı günlere denk geldiği için cezaevindeki örgüt üyeleri ve sempatizanlarının ne yaptığını anlamaya çalıştığını ifade ederek “Neden insan öldürerek bu mücadeleye başladıklarını soruyordum” diyor. Leyla Zana'nın kocası Mehdi Zana o dönem cezaevindeymiş. Zana'ya “Neden” diye sormuş. “Buradasın, görüyorsun işte işkenceyi” diye cevap almış.
Adalet Bakanlığı tek tip elbise giyme zorunluluğu getirdi. Mavi takım elbise. Ceket ve pantolon. Cezaevi yönetimi Mehdi Zana'ya bu kıyafeti giydiremedi. En son o kalmıştı. Binbaşı beni çağırdı. “Asteğmenim Mehdi Zana'nın elbisesini sen giydireceksin. 1 manga asker al yanına, git giydir” dedi. Mehdi Zana'nın yanına gittim. “Seni mi yolladılar, gelip kendileri giydirsinler” dedi. İkna etmek için uzun süre uğraştım. “Ben bu elbiseyi giymemek için yemin ettim. Ama seni de kıramam” dedi. “Ben sırt üstü yere uzanacağım, askerler ayaklarıma pantolonu taksınlar. Ayağa kalkınca da ceketi giydirsinler” dedi. Dolayısıyla Methi Zana işkence görmeden elbiseleri giydi. Ama hapishanede ki diğer mahkûmlar müthiş bir işkenceden geçirilerek giydi o elbiseleri.
Ferman Karaçam, cezaevinde mahkumları saymakla görevliymiş. Sabah, akşam mahkum mevcudunu not almış defterine. Aynı zamanda mahkumların gündelik hayatları ve isteklerine dair notlar almış. Karaçam, cezaevi anılarını canlandıran defterini hala saklıyor.