Cenaze ile birlikte toplumsal ruh haletimize bu kadar yakışan vicdani hal nasıl olmuştu da varoluşsal bir sorumluluk ahlakından ve tabii olarak siyasal olandan soyundurulup, söylemin ötekileştiriciliğine heba edilmişti?
Duygular, hislenişler en güzel ifadelerini boş bir tuval kağıdında ya da iki perde arasındaki o engin sessizlikte bulurlar. O nedenle acıların hatıralarını paylaşmak ancak insanları ahlakın kadim ve bilge kervanına davet etmek içindir. Yani acı, figan değil, vuslata özlemdir.
İnsan, beşeri kimliğini "ol"mak ile alırken, insanlığını, "etmesine", "yapmasına", "idrakine" borçludur (Kadir Cangızbay). Çünkü bu aynı zamanda "tehlikeli oyunlar" oynamaya başladığımız ve "ed"indiklerimizle, özgürlüğümüzle ve özneliğimizle en mühimi ise varoluşumuzla ilgili kabullerimizi zifiri karanlık bir sorgu odasına çektiğimiz ve belki bir çoğunu idama mahkum ettiğimiz sessiz ama bir o kadar ölüm çığlıklarının birbirinin ses duvarını aştığı süreci ifade eder. Ancak ne yazık ki, modern düşünce gönlümüzün bağrına öyle acı bir kurguyu yerleştirdi ki artık biz sarı gelinin öyküsünü unuttuk. Modern dünyaya yalnızca "büyüsü bozulmuş dünyalarımızı" değil, aynı zamanda yüreklerimizi de kurban verdik. Bu nedenle, Hrant öldüğünde aslında birçoğumuz o ana kadar ontolojik bir zorunluluk gibi kabul ettiğimiz devlet ve milliyetçililiği hatırlamadık, hepimiz yüreğimizde acının kan rengi çatlağında yol aldık. Çünkü devlet denilen mekanizma ontolojik düzlemde bir zorunluluğu ifade etmez ancak enstrümantal bir aygıtı ya da bir kurguyu resmeder. Ancak toplum ve birey dediğimiz şey, tam da siyasal hakikatin kalbidir. İş bu konteksten de çıkarsayacağımız üzere soyut bir devlet tasavvuru, kutsallık söylemi ile ontolojik bir zorunluluğa irca edildiğinde insani olmanın esası olan yapısal dil; yani siyasal söylem anlamsızlaşmaya ve hatta yok olmaya başlar. Tabii milliyetçiliği de farklı mütalaa etmek mümkün değildir. Mesela "Türklük" dediğimiz şey her ne kadar tarihle manalandırıldığında ortaya anlamlı ve belki kapsayıcı bir bütün verse dahi birey için hasbelkader içinde olmaklıktan fazlasını, doğal yolla değil ancak bir düşünüş ve emekle edinebilir ki; bu bağlamda da bizatihi ne utanılacak ne de gurur duyulacak bir anlam ardiyesini muhteva etmez. Ancak bir algı ve aidiyet meselesine işaret eder. Ve bu noktada da; "Bizler, her zaman farklı ile kardeş kardeş birlikte yaşadık" ya da "biz kimseye haksızlık yapmayız" gibi totolojik önermeler sizin naif temennilerinizin ötesinde hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü toplumsal algının belirleyicisi söyleminiz değil, insanların o konu hakkındaki kabulleri ve tarihsel tecrübeleri neticesinde edindiği hisleridir. Ayrıca bu bir arada yaşama kültüne karşılık, devlet ile farklı olanlar arasındaki ilişkinin hiç de böyle anlatıldığı kadar birlik resmi vermediği tarihi hadiselerle de aynel vakidir. Ezcümle bu ifadeler farkında olsak da olmasak da devletin kutsallık ve hikmet-i hükümet ateşine odun taşımaya yaramakta, acının ve ahlakın gerçekliğini örseleyip, gücün tahakkümünü kuvvetlendirmektedir.
SİYASALIN BİTTİĞİ AN
Peki o halde cenaze ile birlikte toplumsal ruh haletimize bu kadar yakışan vicdani hal nasıl olmuştu da varoluşsal bir sorumluluk ahlakından ve tabii olarak siyasal olandan soyundurulup, söylemin ötekileştiriciliğine heba edilmişti?
Cevabı siyaset tanımıyla arayabiliriz. Siyaset, toplumsal hayata dair müsademe-i efkardan barika-i hakikatin neşet ettiği ve beşeri hakikatten insan olmaya dair izlenen yoldur. Tarih bize göstermiştir ki, bu saha yalnızca hakikatin izleklerinin sürüldüğü yer değil, bu arzunun beraberinde tetiklediği hakikatin iktidarının da sahasıdır. Bu nedenle sunulan önermeler aksiyomatik düzlemde o kadar antagonistik ve girift bir mutlaklık dayatır ki; bir taraftan kendi ahlaki tasavvurunu evrenselleştirirken diğer yandan aslında siyaset teklifinin beraberinde siyasetsizliği de davet ederler. Çünkü bu kadar mutlaklığın eziciliği altında ancak kelimelerin dili bağlanmış, siyaset metafizikleştirilmiş ve bu kutsallığın mütemmim cüzlerine dair siyaset de her an mütecaviz ithamların bir parçası olmaya mahkum kılınmıştır.
Buradan da hareketle, şunu ifade etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar toplumsal ve siyasal hayatımızda ağırlıklı bir hakimiyeti olduğunu düşünsek de aslında biz belki de ilk defa cenaze ile birlikte empati kavramının muhtevasına yüreğimizde yer açtık. Tabi bu ilişki her ne kadar kökü zaten ünsiyet kurmakla rabıtalı olan insan ahlakı için çok önemli idiyse de, sarsılmaz devlet kutsallığın bize ezberlettiği gerçeklikle de çok ciddi tenakuzları ifade etmekteydi. Ve elbette paralelinde bu kadar derin bir okumanın neticesinde kutsallık söyleminin sathi belirleyiciliğine de bir meydan okuyuştu bu. Çünkü acıyan yüreklerimizde siyasetsizliğin rutin söylemlerine karşı halk olarak ilk defa biz de devletten rol çalarak "rutinin dışına çıkmıştık" ve yüreğimizde ne vatan haini lafzına, ne iç düşmanlara, ne Hıristiyan'a, sabetayiste ne de korkulara mağlup olmamıştık. Bu söylemin esaretine karşı siyasal söylemin ahlaki anlamını işlevselleştirdik ve "hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeni'yiz" dedik. Aslında orada bir araya gelmiş yüzbinlerce insan yalnızca Ermeni olmanın cezalandırılmasına karşı çıkmıyordu, devlet tarafından uğradığı gadre de isyan etmekteydi ve hem de isyan ahlakı ile. Çünkü bu ülke de farkında olsak da olmasak da, devletin mutlaklık gölgesi altında bu feleğin çemberinden hepimiz geçtik. Ama solcu olarak, ama İslamcı olarak, ama Ermeni olarak ve burada saymakla belki bitiremeyeceğim iç düşman sıfatı ile. Ve aslında o ilk ruh halinin en mühim anlamı ilk defa demokratların "kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküleri söylenemeyeceğini" yekpare bir vaziyet alışla göstermeleri idi ve karşı söylemdeki tahammülsüzlüğün esbab-ı mücibesi ise iş bu
manzaradır.
Evet, aslında Baudrilard'ın dediği gibi, "Hiç kimse boşuna yorulmasın. Ötekinin kökünü kazımak için yapılan her girişim ötekinin yok edilmezliğini kanıtlar."
* Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Öğretim Görevlisi