Fethi destanlaştıran Cahit Tanyol, fethi derinlemesine anlamak isteyenlere kitaplık çapta anahtar bir cümle veriyor: Eğer bir kimse bir düşüncenin dervişi, bir eylemin velisi değilse, eğer bir kimse teori ile pratiğin “ruh”la “beden” gibi birbirine yapışık olduğunu bilmiyorsa, onun eylemde uyguladığı taktik adi bir kurnazlık ve entrika sınırını aşamaz. Batı emperyalizmi bu yanılgı içinde, sadece toprağın üstüne göz diktiği için 200 yıldır uğraşıyor
Cahit Tanyol, geride bıraktığı 96 yıla, binlerce öğrenci, sosyoloji alanında yazılmış eserler, güzel gönül dostları, birçok şiir ve bir de destan sığdırdı. Yahya Kemal, Tanpınar, Sait Faik ve Tarancı, onun hayatından buruk bir yalnızlık bırakarak gelip geçti. Tanyol'un bir asırdır biriktirdiklerinin ışığında yaptığı 554 yıl öncesine ilişkin tahlilleri, bugüne ilişkin tespitleri ise gözlerindeki ışıltı kadar berraktı
0 21 yaşında bir sultan; adı Mehmet.. Bir yanında hocası Akşemsettin diğer yanında Molla Gürani.. Hisar duvarları örülüyor. Toplar dökülüyor. Yelkenler biçilip dağlardan kalyonlar çekiliyor.. 1453 yılında bir kez daha kuşatılıyor İstanbul.. Peygamber Efendimizin (SAV) “İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne iyi komutan ve onun askerleri ne güzel askerdir.” müjdesinin coşkusuyla...
Necip Fazıl; “Ruhumu eritip kalıpta dondurmuşlar / Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” derken, Yahya Kemal “Aziz İstanbul” diyor. Yine Arif Nihat Asya “Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın / Fatihin İstanbul'u fethettiği yaştasın.” derken, Prof Cahit Tanyol “Kuruluş ve Fetih Destanı”nı kaleme alıyor.
Biz de, fethin 554. yıl dönümü nedeniyle Tanyol'un Kadıköy Moda'da ki evine misafir oluyoruz. Tanyol'un penceresinde alabildiğine deniz, yüreğinde İstanbul sevdası, dilimizde destanlaşmış fetih.. Söyleşiyoruz.
Her ikisini de alabildiğine etkin yaşadığımı söyleyebilirim. Fakat değerlendirmem şöyle; şiir benim için sürekli bir yaşantı idi. Sanırım ben yaşantı ile yazma tutkusunu birbirine karıştırdım. Ayrıca düşüncenin eteklerine yapışarak, yaşantımızı değil adımızı ölümsüz kılarız. Yer çekimi kanunu bize Newton'dan haber getirmez. Fakat Baudelaire aramızdadır. Düşünce ne kadar güçlü olursa olsun ölümü delemez, köprünün başında tıkanıp kalır. Ama şiir öyle mi?
Hatta kitaplaştıramadıklarım da oldu. Roman yazmaya koyuldum “daha vakit var” dedim. Bitiremedim. Piyes yazdım yarım kaldı. Gerçekte yaşamımın bir bölümünde düşümde tamamlandı. Romanın yazılışından, piyesin sahneye koyuluşundan duyulan bütün sevinç ve doyumu, kaleme ve sayfalara tutsak olmadan tattım. Ben zaten bütün yaşamım boyunca geç kalmışımdır. Çocukken annem ve kardeşimle bağa giderken ben yolda oyalanır kalırdım. Onlar bağa gider, üzüm toplarlardı. Dönerken beni alırlardı. Hiç bağa gitmek nasip olmadı.
Yıl 1953 yılında, fethin 500. yıl dönümü çok etkileyici ve çok görkemli kutlanmıştı. Fethi destanlaştırma fikri ilk o zaman hâsıl oldu bende. Sonra Yahya Kemal'in tarihimizi yaşantı haline getirdiğini gördüm. Bu bende tarihimize bakma eğilimini uyandırdı Tarihimize bilimsel sosyalizmin metodu açısından bakınca birden gözümde olayların görünüşü ve akışı açıklık kazandı. İşte beni böyle bir destanı yazmaya zorlayan ana neden bu olsa gerek.
Destanla tarih arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Yine destan büyük bir sosyal yaşantıdır. Mitoslar ve destanlar toplumu yoğurur, mayalar ve bir oluşa gebe kılar. İşte fetihte böyle bir oluşumun somut örneğini oluşturmuştur. Dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuş olan Osmanlı'nın oluş diyalektiğini ve İstanbul'un fethini bir tarih serüveni olarak yorumlamak hem bilgisizlik hem haksızlıktır. Bu nedenden dolayı İstanbul'un fethi bir tarihi olay değildir. Anadolu Türklüğü'nde devlet bilincinin örgütlenmesidir.
Evet, Bu iki kuvvet tarihi bir olayı destansılaştırmıştır. Çünkü şeriat düzenin, tarikat ahlak ve idealizmin kaynağıydı.. Fatih'in döneminde takva ehlinin ulu kişisi Akşemsettin, fetva ehlinin ulu kişisi ise Molla Gürani idi. Biri şeriatı, biri tarikatı temsil ederdi. Biri ahlak, diğeri hukuktu. Fetihte, Akşemsettin'in kişiliği önemli bir rol oynar. Bu yüzden tarih manevi fatih ilan etmiştir onu. O bir inanç, bir yaşantı ve bir devlet bilincidir. Eylemde düşünceyi temsil eder. Tarikatta ise “Adaleti hakça bölüşmek.” vardır. Tarikat uluları bunu kendi kişiliklerinde gerçekleştirmiş, halkın devlet ülküsünde “Hükümdar ile veli” eşit ve aynı demekti. Bunu dünya tarihinde kaç zaferde görebilirsiniz ki.
Osmanlı sürekli ve derin bir düşünce birikimi barındırmaktadır. Fetihte ise Akşemsettin fikri, Fatih eylemi temsil etmiştir. İşte bu duruş ve düşünce birikimi toprağa kendi özünü katma başarısını beraberinde getirmiştir. Bu topraklarda Bizanslılar, Romalılar yaşıyor ve daha birçok kavimler yaşıyor. Ancak sadece eserleri kalıyor bu topraklarda. Fakat İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı eserleriyle birlikte hala bu topraklarda.. Üstelik o geçmiş uygarlıkları silmiş, onların üstüne yeni bir uygarlık oluşturmuş.. Toprağa kendi armasını kazımış. Bu tarihte çok az ulusa nasip olmuştur. Dahası yüzyıl geçmeden, getirdiği din ve dil kabul görmüş, İstanbul, Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır. Bu nedenle İstanbul, Anadolu'nun anahtarı hükmündedir. Eski uygarlıkların kutsal kişilerinin yerini İslam velileri ve tarikat uluları almıştır. Bu neredeyse bir mucizedir.
Öyle bir anlayış hâkimdi ki; padişahların unvanları ile tarikat ulularının unvanları birbirine karışmıştı. “Hünkâr-Padişah-Sultan-Taç” gibi sıfatlar veliler ile padişahlar arasında ortaklaşaydı. Veliler devlete üstün bir ahlak ülküsü getirmiş ve “fukara devleti” idealize etmiştir. Yani onlar için devletin başında bulunanlar tarikat uluları gibi bir lokma bir hırka yaşıyorlar, Emevi ve Abbasi saltanatlarında ki debdebeden uzak, halka karşı kerimdiler. Bu anlayış etkisini kabul ile göstermiştir. Ne vakit bu terk ediliyor, çözülme o zaman başlıyor.
Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram, Akçakoca gibi veliler ve Sultan padişahlar halkın ruhunu ve toprağı öyle üstün bir feragatle mayalamışlar ki, Osmanlı-Türk Devleti Bu mayanın tarih sahnesine çıkmış bir görünüşü olmuştur. Bu gün İstanbul'a bakın; camiler ve medreseler kadar, yatırların çokluğunu göreceksiniz. Yatırların etkisine inanç, Şamanizm'den geliyor olsa bile manevi bir dinamiktir. Batının göremediği, toprağın üzerindekine göz diktiği içindir ki 2oo yıldır hala uğraşıyor.
Elbette. Bu ciddi bir dinamiktir. Eğer bir kimse bir düşüncenin dervişi, bir eylemin velisi değilse, eğer bir kimse teori ile pratiğin “ruh”la “beden” gibi birbirine yapışık olduğunu bilmiyorsa, onun eylemde uyguladığı taktik adi bir kurnazlık ve entrika sınırını aşamaz. Batı işte bu yanılgı içindedir.
Sömürge aydınları diyeceğimiz kişiler bilerek veya bilmeyerek batı emperyalizmini onaylayarak, devletin ortadan kalkmasına ve yerine bir sömürge hükümetinin gelmesine çalışmaktadırlar. Bunların kuracağı her rejim devlet bilincinden ve gücünden yoksun bir sömürge hükümeti olacaktır.
Çürüyen eski devleti kurtarmak yerine kendi tarihimizin diyalektik akışını izleyerek yeni bir devlet kurmak çabası olmalıdır. Bilmek, tarihimizin diyalektik akışını bilimsel bir yöntem açısından eleştirmektir. Bu gün karşımızdaki ve içimizde ki düşman, Moğol saldırısında olduğu gibi, görünen bir tehlike olmaktan çok ruhları sömürge idarelerine yatkın bir kadro yetiştirmek amacını güdüyor.
Sağ-sol diye ayırmak hoşuma gitmiyor. Fakat bu soruyu bu ifadelerle cevaplayacağım. Sağcılar bu idraki yitirmeden muhafaza ederken, solcular hiç ilgilenmediler. Bu idraki hep birlikte taşıyor olsaydık, bu gün farklı bir duruşumuz olurdu.
Hayır. Kendi dinamiklerini reddederek oluşturulmuş, biçimlendirilmiş bir tarih ve fetih idrakinden uzak İstanbul'un güzelliğine dair yazılmış şiirlerle sınırlı kaldı bu önem..
Uluslar çözülüş ve dağılış anlarında kurtarıcı fikirlerden ve doktrinlerden yoksun kalırlarsa kendilerini destanlarında tamamlamak ve toparlamak zorunluluğunu duyar. Az öncede söylediğimiz gibi mitoslar destanlar toplumu mayalar. Ulubatlı Hasanlar, Kalyonların kızaklarla indirilmesi gibi olaylar birer efsane olsa bile etkili dinamiklerdir.
Kitabınızda; “Gayri sözü destana bırakalım” diyorsunuz. Söz Destanda..
…