Tramvaydaki mason

Tacettin Ural
00:006/04/2008, Pazar
G: 5/04/2008, Cumartesi
Yeni Şafak
Tramvaydaki mason
Tramvaydaki mason

Gizemli perdelerin ardına saklanmayı seven masonların, muhtemelen pek sevmedikleri bir kitap "Nasıl Mason Oldum?" Mahmut Yesarî'nin bu vadide belki de tek olan ve 42 yıldır yeni baskısı yapılmayan kitabı fazlasıyla "öğretici"...

Cumhuriyet'in ilk yıllarının meşhur romancısı Mahmut Yesarî, renkli kişiliğini, bir dönem mason olarak daha da ilginç bir hale getirmişti. Yesarî, mason olmuş, ancak dilini fazla tutamamış ve "mahfil"de yaşadıklarını bir dergideki yazısında anlatmıştı. Böylece masonluğu da gayet kısa sürmüştü. Muhterem Mehmet Şevket Eygi, bu dergi tefrikasını 1966 yılında, 32 sayfalık bir kitapçık halinde basmıştı. İşte, masonluğa girişin Mahmut Yesarî'nin kaleminden hikâyesi…


Masanın üzerinde bir kafatası, Bir gün bir arkadaşım yanıma sokuldu ve gizli bir sesle kulağıma fısıldadı: - "Seni de birader yapmak istiyoruz!" Bu, hiç aklımda, hayâlimde olmayan şeydi… Benim haberim yok. Tahkikat yapılmış. Bir gün arkadaş: - "Gidiyoruz." Beyoğlu'na geçtik. Parmakkapı taraflarında dar bir sokağa saptık; yürüdük, gene saptık; gene yürüdük, gene saptık. Acaba bu sapışlar bana yolu şaşırtmak için mi? Nihayet, daracık bir sokakta bodur kapının önünde durduk. Arkadaş kapıya işaret verir gibi vurdu. Girdik. Arkadaş benden ayrıldı. Aksak adamla yalnız kalmıştım. Elektrik düğmesini çevirdi. O anda ben de şafak attı. Evet, ne oda, ne hücre, ne dolap. Sâdece bir oyuk. Oyuğa girdik. Aksak adam bana: - "Üzerinizdeki madenî eşyayı verin." Cebimdeki bozuk paraları verdim. Sonradan öğrendim, burası "hücre-i muzlim"miş. Beni orada tefekküre bırakmışlar. Evvelce şunu söyleyeyim ki, oyuk, hiç de iç açıcı bir yer değil. Duvarlara baştanbaşa siyah astarlar kaplanmış. Kapının karşısına gene kara astar örülmüş bir masa yanaştırılmış. Masanın üzerinde bir kafatası, iki kemik… Kapı tekrar açıldı. Aksak adam göründü. Bir kâğıt uzattı: - "Bunu imzalayınız" - "Bu da ne?" - "Vasiyetnameniz." - "Ne?" Benim daha ölmeğe pek niyetim yok. Bu üç köşe ve basılmış bir kâğıttı. Zaten masonların "remz"i "müselles"tir. Hıristiyanlık'taki "teslis"i andıran bu üçlük neden? Bunu manasını öğrenmek müyesser olmadı.

"Tekris" fasıI başladı

Ben sıkıntılı adamım, canım sıkıldı mı da uyurum. Kapı açılmış, uyandım. Aksak adamın elinde siyahlı, beyazlı bezler vardı. - "Gözünü bağlayacağım." Ben, bir karanlık ve boşluk içinde yürüyorum. Sesler peyda oldu, bir org da çalınıyor gibi. Bir ara halime acıdılar mı ne oldu? İskemleye oturttular. Sonra seyahat başladı ve bir kapıya vuruldu: - Tak, tak, tak… "Gir içeri!" Kılıçlar şakırdamaya başladı. Göğsüme bir kılıç dayandı - "Bu nedir?" - "Kılıç!" - "Eğer sırrımıza ihanet edecek olursan, işte bu keskin kılıç göğsüne dayanacaktır!" İş fena, tehdit kötü. Yürüdük, durduk. Elimi tutup çektiler. Ben de tutup geri çektim. - "Duyduğun ne?" - "Ateş!" Yine ihanet edersem vay halime! Bu numara da bitmiş olacak ki tekrar yürümeğe başladık ve bir müddet sonra durduk. Kum gibi bir şey. Uzatmayayım toprakla tehdit! Tehdit faslı bitmiş olacak ki oturttular. Soruyorlar: - "Gözlerini açtığımız zaman burada bir düşmanını görsen ona hâlâ düşman gözü ile bakar mısın?" Sual çetin: - "Buradaki âli kimseler arasında düşman bir çehre ile karşılaşacağımı tahmin etmiyorum." Sordular, sordular…


Tavandan sarkan lambadan başka "ziya" yok

Şimdi, aramıza alalım mı, almayalım mı? Susmalarından bu işin de bittiğini anlıyorum. Bir ses bağırdı: - "Nur ve ziya üstad-ı muhterem!" Gözlerimi açtılar. Alelâde bir oda. İki sütunla kapı gibi ayrılmış. Bu iki sütuna "Süleyman"ın hazineleri sahipmiş. Fakat benim gördüğüm üzerine sulu yaldız sürülmüş kartondan sütunlar "Süleyman'ın hazinelerini" düşündürmekten çok uzaktı. Koyu tatlı mavi üzerine yıldızlar serpilmiş, tavanın ortasından beyaz fanuslu bir "nur u ziya", bir lamba. Yeri gelmişken söyleyeyim, ben bu masonların mâbedine günlerce girdim. "Hüze" yani "şerefe" diye kadeh kaldırdım, tatlı barut "bira", acı barut "rakı" içtim fakat tavandan sarkan lambadan başka "nur u ziya" görmedim. Masalar. Büyük bir koltuk, arkalığın üstünde müselles etrafı ışıktan süslü bir göz bakıyor. Üstad-ı muhterem, sine-i şark, hatip birader, üstad-ı evvel, üstad-ı sani, küçük dereceli biraderler… İşte benim gördüğüm "Mason Locası" bu. Hep düşünürüm. Bütün bu dekora, bu aksesuara ne lüzum var? Oyun mu oynanıyor? Madem ki, yüksek bir gaye için toplanılmıştır, bu renk, ışık, ses, süs cilveleri neden? Sâde döşeli bir odada mefkûre kuvvetini mi kaybediyor? Org çalınmasını da bir türlü zihnim almıyor. Bu ne biçim saklılık, gizlilik? Davul zurna ile saklambaç oynanır mı? Celse bittikten sonra üstad beni çağırdı, kulağıma fısıldadı: "Altı ay gelme!" Biraderlerin altı ay sürecek parolasını söyledi.


Mason peştemalıyla tramvaya binince

"Harici"ye tekristen sonra "önlük" bağlanır. Benzetmekte hata olmazsa ahçı, berber çıraklarının peştamal bağlama törenleri gibi bir şey. Bir gün mahfelden aceleyle çıkmışım, koşa koşa bir tramvaya atladım. Tramvaydakiler bana garip garip bakıyorlardı. Hatta kıs kıs gülenler de vardı. Dalgınlığımı bilirim. Pantolonumun düğmelerini mi iliklemeyi unutmuştum? Bu ihtimalle önüme baktım, bir de ne göreyim; bizim mason peştemalı ceketin altında sırıtmıyor mu? "Nur u ziya" gözlerimi öyle karartmış ki "âlem-i harici"yi unutuvermişim!