Birilerinin Koreli sinemacılara mutlaka DUR demesi gerek!

Ali Murat Güven
00:003/07/2010, Cumartesi
G: 3/07/2010, Cumartesi
Yeni Şafak
Birilerinin Koreli sinemacılara mutlaka DUR demesi
Birilerinin Koreli sinemacılara mutlaka DUR demesi

Bu hafta sonu, her ikisinin de adlarında 'ölüm' sözcüğü geçen ve afişleri kana bulanmış iki Güney Kore vahşet filmi aynı anda gösterime girince, ben de artık sabrımın sınırlarına ulaşmış oldum. Korku ve şiddet türünün en grotesk örneklerini çekmeyi uluslararası sinema arenasındaki varoluşlarının neredeyse yegâne formülü olarak görmeye başlayan bu Asya-Pasifik ülkesinin sinemacıları, son 10-15 yıldır resmen 'toplu bir cinnet' yaşıyorlar. Böylesine hastalıklı bir gidişe verilebilecek en iyi cevap da onları gişede yalnız bırakmak olacaktır!

ÖLÜM PEŞİMİZDE / Yoga Hakwon

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2009, Güney Kore yapımı
Türü ve Süresi:
Korku-vahşet / 97 dakika
Yönetmen:
Jae-Yeon Yun (Yönetmenin ikinci sinema filmi)
Oyuncular:
Cha Soo Yeon, Park Han Byul, Cho Eun Ji, Kim Hye Na, Hwang Seung Eon, Lee Young Jin
İthalatçı Şirket:
Bir Film
Dağıtıcı Şirket:
Tiglon Film
İçerik Uyarıları:
Bir çok sahnesinde kanlı vahşet görüntüleri yer aldığından dolayı, 18 yaşından küçükler için uygun bir yapım değildir.
Yeni Şafak-Sinema Puanı:
* 1/2
Konusu:
Genç Eugene, özel hayatında kıyasıya yarıştığı rakibesiyle benzer bir güzelliğe sahip olabilmek için 7 günlük gizli bir yoga eğitimine katılır. Dört sınıf arkadaşıyla beraber katıldıkları bu eğitim programı, kişinin her alanda nefsini köreltmesi esasına dayanmaktadır. Programa dahil olduklarında tanıştıkları ilginç ve gizemli bir hoca, onlara verilen bu eğitimin çok katı kuralları olduğunu ve sonraki bir hafta içerisinde bu kuralları çiğnerlerse sonuçlarının acı olacağını söyler. Kurallar arasında, yoga merkezi dışından hiç kimseyle iletişime geçmemek, izin verilen yiyecekler dışında bir şey yememek, banyo yapmamak ve her ne olursa olsun aynaya bakmamak da vardır. Genç kızlar, yavaş yavaş görmeye başladıkları korkutucu hayâller karşısında, eğitmenin bu uyarılarının ne denli ciddi olduğunu kavrarlar. Fiziksel güzelliğe giden yolun son derece ağır bedelleri vardır ve içlerinden yalnızca biri amacına ulaşabilecektir.

* * *
ÖLÜM ZİLİ / Gosa

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2008, Güney Kore yapımı
Türü ve Süresi:
Korku-vahşet / 88 dakika
Yönetmen:
Yoon-Hong Seung (Yönetmenin ilk sinema filmi)
Oyuncular:
In-Sook Choi, Da-Geon, Sung Jin, Yi-Seul Kang, Bum Kim, So-Hie Kim, Jeong-Hwan Kong
İthalatçı Şirket:
Düet Film
Dağıtıcı Şirket:
Duka Film
İçerik Uyarıları:
Bir çok sahnesinde kanlı vahşet görüntüleri yer aldığından dolayı, 18 yaşından küçükler için uygun bir yapım değildir.
Yeni Şafak-Sinema Puanı:
* 1/2
Konusu:
“Gosa”, tıpkı Türkiye'deki SBS gibi, her Güney Koreli öğrencinin seçkin kolejlere girebilmek için vermesi gereken ağır bir sınavdır. Seul'deki bir okulun en başarılı yirmi öğrencisi seçilerek ayrı bir sınıfta toplanır ve özel bir kampa alınarak sınav için çalıştırılmak istenir. Öğrencilerine son derece insancıl yaklaşan iki öğretmen, Hwang Chan-Wook ve Choi So-Yeong'un gözetiminde toplanan öğrenciler, derse bir arkadaşlarından eksik olarak başlarlar. Derste video gösterimi yapılırken aniden film kararır ve sırası boş kalan arkadaşlarının, içi hızla su dolan bir akvaryumda dehşet dolu gözlerle çırpındığı görüntüler ekrana gelir. O sırada filmden gelen bir ses, “öğrencilere akvaryumun camına çizilmiş olan sayısal soru zamanında çözülemediği takdirde esir tutulan arkadaşlarının öleceğini” söyler. Kimse dışarı çıkmamalıdır, yoksa herkes öldürülecektir. Böylece, sınıftaki öğrencilerin arkadaşlarını kurtarabilmek için bütün zekâlarını ortaya koydukları bir can pazarı yaşanmaya başlar.

* * *

Sinema dünyasında Japonya, Çin, Tayland ve Güney Kore gibi Uzak Asya ülkelerinin başını çektiği, pek çoğunu da hastalıklı bir ruh hâlinin peliküle kazınmış örnekleri olarak gördüğüm “kan gölü filmleri” furyasına ilişkin olarak, benim Yeni Şafak sayfalarında yayımlanan ilk eleştirel yazım değil bu… Aksine, aynı konuyu son beş yıl içinde gerek ana gazetede pazar günleri yer alan sinema sayfamda, gerekse Cumartesi Eki'nin sinemaya ayırdığımız bölümlerinde bıkmadan usanmadan, defalarca ele aldım. İyi bilinsin ki, bu ödünsüz duruşu, her seferinde en azından 3-5 genç okurumu içine düştükleri dipsiz kuyulardan çekip çıkarabilmek umuduyla daha uzunca bir süre inatla sergileyeceğim.

Dediğim gibi, daha önce benzer bir eleştirelliği pek çok kez dile getirmiştim; yazdıklarım da Asya-Pasifik bölgesinden fışkıran böylesi sinemasal psikopatlıklara meftun olan kimi çevreleri fena kızdırmıştı. Fakat, benim gibi, sinema yazarlığı mesleğini belli bir ideal çerçevesinde yürüten “ideolojik” adamlar eğer ki demirden korksalardı, o zaman trene binmezlerdi! O yüzden, hiçbir zaman geri adım atmaksızın ardında durduğum keskin bir tezi şimdi yine tekrarlıyorum:

Başta Güney Kore ve Japonya olmak üzere, dünya gençliğine -özellikle 1990'ların ikinci yarısından itibaren- aralıksız biçimde korku, gerilim ve dahası tiksindirici vahşet imajlarıyla bezeli filmler sunup duran Asyalı sinemacıların büyük bir bölümü, seçtikleri bu kanlı sinemasal tür üzerinden gerçekte mensubu oldukları uluslarda “savaş travması” ve onun ardından gelen “emperyalist esaret” nedeniyle oluşmuş çok derin bazı ruhsal bunalımları dışa vuruyorlar. Daha açık bir ifadeyle, “hasta toplumların hasta sinemacıları”yla karşı karşıyayız.

Ha, yeryüzünde “korku-gerilim” sinemasını gözde bir alt-tür olarak benimsemiş, bu yönde zaman zaman da oldukça sert yapıtlar ortaya koymuş başka ülkeler ve başka uluslardan sinemacılar yok mu? Elbette ki var. En başta Hollywood bu işin kalesi zaten… Ancak, adına Frenkçe “gore” denilen, benim de yazılarımda “kan gölü” deyimiyle karşılamaya çalıştığım bu anlatılar hiçbir zaman ne Hollywood'u, ne de Avrupa'daki sinemasal algıyı bütün bütün temsil eden başat bir furyaya dönüşmedi; öteden beri fanatik meraklılarıyla yetinmeyi bilen marjinal bir moda olarak kaldı. Dahası, ana akım sinema içindeki o özel yerini benimseyip sevdi de…

Fakat, genç kuşak Güney Koreli yönetmenlerin son 10-15 yıl içinde verdiği ürünlere baktığımızda -ki anılan topluluğa rahatlıkla Japon, Taylandlı ve Çinli sinemacıların önemli bir bölümü de dahil edilebilir- “kan gölü filmleri”nin bu ülkelerden çıkan sinemanın neredeyse tek temsilcisi olmaya doğru hızla gittiğini gözlemlemekteyiz.


'ESİR ÜLKELER'İN SİNEMASI DA BÖYLE DEPRESİF OLUYOR!

Hiçbir sanatsal akım, sosyolojik gerekçelerden bağımsız olarak açıklanamaz. Çekik gözlü sinemacıların bu denli acı çekmeye-çektirmeye meyyal bir çizgiye doğru evrilmelerinde (gerek Japonya, gerekse Güney Kore örneklerinde açıkça görülen) “ABD esareti altında yaşama” olgusunun trajik bir ağırlığı var. Biri 2. Dünya Savaşı, diğeri ise ülkeyi 1950'lerin başlarından ikiye bölen iç savaştan dolayı Amerikan emperyalizminin temsilcileriyle kendilerini boyunduruk altına alıcı muhtelif askerî-siyasal-ekonomik anlaşmalar yapmış olan her iki ülke de söz konusu esaret hâline bağlı olarak içten içe acı çekiyor. Çünkü Japonlar da Koreliler de özünde son derece gururlu insanlar ve topraklarında kendilerine sürekli “hayt-huyt” çekilen Amerikan üslerinin olmasından hiç mi hiç hoşlanmıyorlar. Bu da 50-60 yıldır alttan alta sürüp giden, bireyleri sivili, askeri, siyasetçisi, bilim adamı ve sanatçısıyla gitgide sado-mazohist bir kimliğe sürükleyen o ağır toplumsal travmanın en önemli sebebi…

Yukarıda adlarını saydığım ülkelerin halklarını çok seviyorum, onların bilime ve sanata yönelik pozitif katkılarının önünde saygıyla eğiliyorum hiç kuşkusuz… Ancak, bütün bu güzelliklerle birlikte, yine onlardan gelen her türlü kültürel cürufu da kayıtsız koşulsuz kabullenmek zorunda değilim. Asya-Pasifik coğrafyasının - neredeyse her hafta yenileri çekilen- o tahammülü zor vahşet filmleri üzerinden ürettiği şey bir “sancı sineması” ve Türkiye gibi siyasal-toplumsal özgüveni çok daha yüksek bir ülkenin sinemaseverleri olarak, bizleri bir noktadan sonra bağlamayan bu travmayı içselleştirmek gibi bir külfeti niye yüklenelim? Unutulmasın ki “depresyon” ya da “şizofreni” gibi hastalıklara düçâr olmuş kişilerle aynı evde kalıp onların uzun süre bakımını üstlenen sağlıklı insanlar da bir süre sonra benzer hastalıkların belirtilerini göstermeye başlarlar.

O yüzden, bireysel şiddeti alabildiğine yücelten, genç insanların (özellikle liseli gençlerin) duygusallıkları ve cinselliklerini de sık sık istismar eden Asya kökenli bu vahşet filmlerine kesin bir tavırla “Hayır!” dememiz gerekiyor. Hem salonlarda izlediğimiz sinema filmleri olarak, hem de evlerimizde DVD-VCD formatında tükettiğimiz örnekleriyle… Ta ki aynı diyarlardan daha bir insancıl çizgide ve yumuşak başlı öyküler geldiğini görene kadar…