Ayşe Şasa ve İsmail Özkul Eren'in ortak senaryosundan Jacques Deschamps'ın beyazperdeye uyarladığı “Dinle Neyden”, sansasyonel oyunculuklar ve baskın bir yönetmenlik gösterisinden medet ummak yerine, tıpkı odak noktasına oturttuğu sufî kültüründe olduğu gibi, yalın bir dil içinde ilerleyip anlattığı öykünün “öz”ünü yüceltiyor.
1798-İstanbul, 3'üncü Selim dönemi… Fransız emperyalizminin yeni umudu General Napoleon Bonaparte, Mısır topraklarını, artık iyiden iyiye zayıfladığını düşündüğü Osmanlı Devleti'nin elinden bir oldu-bittiyle almayı ve bu sayede iktidarının sınırlarını Kuzey Afrika topraklarına kadar uzatmayı planlamaktadır. Şiddetli bir Osmanlı-Fransız Savaşı'nın ayak seslerinin duyulduğu o kasvetli günlerde yeniden barış ortamı oluşturmak için çırpınan bir avuç iyi niyetli diplomat, iki ülkenin üst düzey yöneticileri arasında “mekik diplomasisi”ne başlarlar.
Gayrıresmî olarak olarak yürütülen bu görüşmeler sırasında, Türk tarafının liderliğini, aynı zamanda eski bir Osmanlı paşası da olan İstanbul Mevlevîhanesi dervişi Nuri Dede Efendi yapmaktadır. Muhatapları ise kendisiyle gençlik yıllarından itibaren yakın dost olduğu kulağı kesik ve ileri görüşlü bir Fransız denizcisi ile Paris yönetiminin takip ettiği siyasî çizgiyi onaylamayan bir kaç yabancı diplomattır.
Dede Efendi, Padişah'ın eşi Beyhan Sultan'ın ikamet ettiği Sahil Saray'da gerçekleştirilen toplantıların hemen öncesinde, yaşanan sıkıntılı sürecin doğurduğu üzüntüye daha fazla dayanamayarak rahatsızlanır. Sultan Selim Han da bunun üzerine, büyük hürmet gösterdiği Mevlevî dervişine Saray'ın en yetenekli hekimlerinden biri olan Halil'i gönderecektir.
Dede Efendi'ye diplomatik müzakereleri sırasında eşlik edip şifa verici karışımlar hazırlayan genç ve çekingen hekim ile Beyhan Sultan'ın yardımcısı Gülnihal Kalfa arasında giderek duygusal bir yakınlık oluşmaya başlar. Belli belirsiz biçimde ilerleyen bu ilişkiyi en yakından gözlemleyen kişi ise Mevlevîhane'nin günlük defterlerini tutmakla görevli olan toy bir derviştir.
Kahramanımız, kendisini de ruhen ve aklen kemâle erdirecek olan bu gerilimli atmosferde, bir yandan yaklaşan savaşın arka planındaki diplomatik kapışmalara tanık olup adım adım “pişerken”, öte yandan da iki insanın henüz kendilerine bile itiraf edemedikleri bu ürkek aşkı sessizce izlemeye, yaşadığı her yeni olayı gün be gün Mevlevîhane defterine aktarmaya başlar.
Defter, bir süre sonra, başından sonuna dek tanık olduğu bu kırılgan ilişki ile Hz. Mevlânâ'nın çağları aşan öğretisinin bir araya geldiği eşsiz satırlarla dolacaktır.
Yaklaşık iki yıllık bir emeğin ürünü olarak ortaya çıkan “Dinle Neyden”in, görüntü yönetimi, müzik, mekân kullanımı, dekor ve kostüm tasarımı olarak, son bir aydır kalbimde taşıdığım yüksek beklentileri fazlasıyla karşılayan bir yapım olduğunu peşinen belirtmeliyim. Bütün bir sinemaseverlik hayatım boyunca, Türk sinemasında tarihsel mekân, kostüm ve bunlara uygun bir ışık ilişkisinin belki de ilk kez böylesine doğru bir biçimde kurulduğunu keyifle gözlemleyerek izledim “Dinle Neyden”i. İncelikli bir sanat yönetimi gerektiren “kostüme” filmlerde ulusal sinemamızın yıllar yılı bir türlü kurtulamadığı, artık neredeyse bir gelenek hâline gelmiş nice iğretilik gösterisinden sonra, Osmanlı saray ihtişamının büyük bir başarıyla yansıtıldığı ve her birinin yoğun bir emekle hazırlandığı belli olan o zarif kıyafetler, yanısıra da bu zarafeti tamamlayan tarihsel mekânlardeki görsel düzenlemeler tek kelimeyle gözlerimi kamaştırdı. Ki İsmail Özkul Eren'in işinde ne denli usta ve titiz bir sanat yönetmeni olduğunu bilenler için, beyazperdede elde edilen bu sonuç hiç de şaşırtıcı değil aslında…
Ancak, aynı düzeyde bir başarıyı, “oyuncu yönetimi” ve “anlatıcı ses-dramatik eylem” dengesinde göremediğimi de üzülerek belirtmem gerekiyor. Muhtemelen, projenin teslim edildiği Jacques Deschamps'ın Türkçe bilmemesinden kaynaklanıyor olsa gerek, yönetmen sette oyuncularından yeterince derin ve kapsamlı bir performans elde etmekte güçlük çekmiş gibi… Evet, doğrudur, filmde neredeyse herkes üzerine düşen görevi abartmadan, sessiz ve sakin bir biçimde yapıyor. Ancak, bazı durumlarda çok işe yarayan bu tür “düz oyunculuk” gösterilerinin, zaman zaman öykünün kavşak noktalarını sırtlamakta yetersiz kaldığını da hakkaniyet adına vurgulamak gerek…
Sözgelimi, Saray'ın hekim başının Halil'i Dede Efendi'nin tedavisinde görevlendirirken takındığı o -“sinirden patlamak üzere” izlenimi uyandıran- abartılı performansının senaryo açısından hiç bir reel karşılığı yok. Söz konusu sahneyi izlerken, kendi adıma “Acaba, bunların aralarında eskiye dayanan bir husumet mi var?” diye düşünmeden edemedim.
Aynı şekilde, topu topu bir kaç yüz diplomalı hekimin olduğu bir ülkede, Saray'dan bizzat Sultan'ın emriyle gönderilen parlak kariyerli bir tıp adamına, Osmanlı devlet hiyerarşisi açısından onun yanına bile yanaşması çok zor olan bir saray kalfasının daha kendisini ilk gördüğü andan itibaren buz gibi bir ifadeyle muamele etmesi; bahçeden iki-üç tane gül kopardı diye alenen fırça atması kimin haddine düşer, bu da ayrı bir soru işareti…
Tıpkı, bir Osmanlı hekimi için varılabilecek en yüksek zirvelerden birine tırmanıp Saray'a atanmış olan Halil'in -âdeta ciddi bir özgüven sorunu yaşıyormuşçasına- sergilediği o rahatsız edici ürkekliği, donukluğu ve kendisini perdede neredeyse her görüşümüzde küçük küçük kaplarda otlar karıştırmakla uğraşmasının dramatik mantığını çözemediğim gibi…
Bu noktada, rolüne kendisinden bir insan sıcaklığı katarak oynayan ve bizlere hem ilk anda çok şaşırtıcı, hem de sonradan gitgide inandırıcı gelen bir Osmanlı diplomatı portresi çizen Altuğ Yücel'in neşeli oyunculuğunu ise ayrı bir yere koyuyorum. Öyküdeki varlıkları gayet sınırlı olmasına karşın, filme hoş lezzetler katmış olan iki-üç Fransız oyuncu ise o her zamanki “batılı mağruriyeti” içinde, ne çok yoğun bir biçimde rol keserek, ne de "hayatlarının oyunu"nu verme yönünde canhıraş bir uğraşa girerek, kendilerine düşen görevi makûl bir orta yol üzerinden yerine getirmekle yetinmişler.
Öte yandan, zarafetine de oyunculuk yeteneklerine de yıllar yılı hayran olduğum sevgili Lale Mansur'un canlı ses kaydında sürekli tıslayıp duran “protez dişleri” ayrı bir rahatsızlık vesilesiydi. Ancak bu “teknik sorun”, Deschamps'ın, çevresinde bu denli sevilen ve hürmet gören bir Mevlevî şeyhinin beyazperdedeki görsel kimliğini oluştururken, o güçlü hürmetin kaynağı konumundaki kişiyi, “kendisine dönüp bakan her insana sunduğu yarım yamalak bir tebessüm”den ibaret tasvir etmesi kadar rahatsız etmedi beni… Şeyh'e öyküde yüklenen yüksek karizma, bu başat karakterden film boyunca çevresine dağıttığı ürkek tebessümlerden daha fazlasını beklememize yol açıp durdu ki, sorunun deneyimli oyuncu Emin Olcay'dan ziyade, ona bu rol için daha ayrıntılı bir yol haritası sun(a)mayan yönetmenden kaynaklandığını düşünüyorum.
Ya da tam tersi, yönetmen, “tasavvuf felsefesi”nin anlattığı öykü içinde yeri ve öneminin öylesine bilincinde ki tumturaklı oyunculuklar, gösterişli kamera hareketleri ve muhtelif kurgu cambazlıklarıyla “biçim”i yüceltmek yerine, ticarî açıdan ciddi bir risk alarak doğrudan doğruya “öz”e oynamış ve yaşanan trajik durumlar karşısında kahramanlarının sergiledikleri sükûnet ve vakarı, tasavvuf öğretisinin insanı biçimlendirip kemâle erdiren hikmetli tarafına işaret ederek yüceltmiş.
Bu yönde bilinçli bir tercih söz konusuysa, o zaman da yönetmene söz konusu “duruş”u için ancak saygı duyulabilir.
Bunun dışında, filmin belki de en sorunlu tarafı, özellikle ilk yarısı boyunca, “anlatıcısı ses”le derlenip toparlanan bölümlerin, oyuncular ve sinemasal bir aksiyonla ifade edilen drama bölümlerinden çok daha baskın olması…
Sevgili Ayşe Şasa ve senaryoya emek veren diğer kalem ustaları, hem ayarında bir otantik dil kullanımı, hem de harika bir dönem atmosferi eşliğinde öykünün temel meselesini çok net biçimde kâğıda dökmüşler. Ancak, “anlatıcı ses”, film boyunca o kadar çok yerde ve öylesine uzun uzun “anlatıyor” ki, sinemanın bir asırdır belli alışkanlıklar yaratan geleneksel akış diline alışmış gözlerimiz ve bilinçaltımız, “Tamamdır, fakat bu anlatılanların en azından bir kısmını perdede eylem olarak da görelim” demeye başlıyor. Filmin ikinci yarısından itibaren belli ölçüde rayına oturan bu “anlatım-oyun dengesi”, kurgu sırasında daha bir dozunda ayarlanabilirmiş gibi geldi gözüme…
Bu gibi irili ufaklı bazı aksamalarının dışında, “Dinle Neyden”e panoramik olarak bir kez daha baktığımda ise bütün fikrî yükü Türklerde, ancak görsel realizasyonu hiç Türkçe bilmeyen bir Fransız yönetmen ve onun Portekizli kameramanında olan böylesine zorlu bir projenin altından ortalamanın üzerinde bir başarıyla kalkıldığını sevinç içinde görüyorum. Hayatımız boyunca izlediğimiz onca Kahpe Bizans'lı, Battal Gazi'li, Kara Murat'lı filmdeki iğreti dönem tasvirlerinden sonra, bu film sahip olduğu yüksek estetik kalibreyle gözlerimize ve kulaklarımıza da bayram ettirdi doğrusu…
“Recep İvedik”e meftun olmuş zamane gençlerini sarıp sarmalamayacağı aşikâr olan durağan yapısı içinde gişede ne gibi bir sonuç elde eder hiç bilemiyorum; fakat bu coşkulu ekibin “Dinle Neyden” faslını en azından maddî bir zarara uğramaksızın kapatıp, benzer türden yepyeni projelere el atmasını can-ı gönülden dilemekteyim.
Başrol oyuncularının portre fotoğrafları ya da illüstrasyonlarından oluşan bir film afişi, o yapıt ancak bir araya getirdiği oyuncu kadrosunun ulusal-uluslararası alandaki şöhreti ve söz konusu kişilerin sinemaseverler nezdindeki bireysel karizmaları “filmin öyküsünü dahi ezecek düzeyde güçlü” olduğunda kabul edilebilir bir tasarım seçeneği olabilir. Ya da kamuoyunda, bu oyuncuları ortak bir proje çerçevesinde biraraya getirmenin, böylesi bir senaryoyu çekmekten çok daha yüksek bir başarıya işaret ettiğine dair yaygın bir “sinema söylencesi” oluşmuşsa, yapımcı firma -büyük fedakarlıklarla oluşturulmuş bu birlikteliği “ticarî rant”a dönüştürmek adına- afiş tasarımını yıldız oyuncularının portreleri üzerine kurabilir.
Ancak, gerekçesi her ne olursa olsun, şu “kafa sıralama işi” günümüzde artık görsel açıdan öylesine banal, öylesine demode bir grafik tasarım anlayışının simgesine dönüştü ki zaman zaman kimi büyük filmler için kurduğu görkemli “cast”larla böyle bir vitrin oluşturmaya hakkı olan Hollywood şirketleri bile artık bu tür tanıtım tekniklerinden şiddetle uzak duruyorlar.
“Dinle Neyden” gibi, estetik kaygıların ön plana çıktığı bir tarihsel filmde de ne yazık ki aynı hataya düşülmüş ve filmin içeriğini bütünüyle bertaraf eden şu ünlü “kafaları üçgen formunda sıralama” tekniğine başvurulmuş. Hem de kimlerle, yetenekli, başarılı ancak çoğu henüz kariyerinin ilk yıllarında olan bir dizi genç oyuncunun illüstrasyonuyla! Bu sanatçılar ne zamandır bir filmi tek başına sırtlayacak ve izleyici ilgisini tahrik edecek bir karizmaya sahip oldular da bütün bir afiş tasarımı onların üzerine kurulabiliyor, bunu gerçekten anlayabilmiş değilim…
Yıldız oyuncular”a değil, bütünüyle anlattığı dönem ve olaya yaslanan bu gibi “atmosfer kurucu” filmlerin tanıtım materyallerinde, öyküyü başarıyla simgelediği düşünülen bir “kilit kare”den medet ummak, estetik açıdan çok daha şık sonuçlar verebiliyor. Bunun da sinema tarihindeki en ünlü örneklerinden biri, 1973 yapımı William Friedkin klasiği “Şeytan” (The Exorcist) dır.
Bana göre, “Dinle Neyden”in afişine de elinde yağ kandili olan bir tekke çırağının illüstrasyon bir silüeti ya da benzeri türden bir grafik tasarım anlayışı, bütün bu oyuncu kalabalığından çok daha fazla yakışırdı. Çünkü bu film, sinemaseverlere bir yıldız topluluğunu değil, Türk sinemasında daha önce hemen hemen hiç gözlenmemiş bir şeyi; dekor, kostüm, mekân, diyalog yazımı ve müzikte çok yüksek bir estetik düzeyi sunma iddiası içinde gerçekleştirilmiş. Ancak, ne filme ilişkin olarak hazırlanan görseller, ne de basın bültenleri bu yüksek beklentiyi tam olarak karşılamıyor.
O tanıtım metinlerini hazırlayan arkadaşlar, Bırakın Mevlânâ'nın Mesnevî'sini, eline artık neredeyse yıllar boyu tek bir kitap bile almadan kendilerini sırf “internet” karşısında edindikleri derme çatma bir hayat bilgisiyle donatan; aynı ortamdan hiç bir emek sarfetmeksizin bedavaya indirip durdukları “korsan müzikler” ve “korsan filmlerle” beslenen ambale olmuş bir gençlik kuşağına, bu filme ad olarak seçilen “Dinle Neyden”in “Mesnevî'nin ilk cümlesi” olduğunu tek cümlelik bir açıklamayla olsun öğretmeyi neden akıl edemediler acaba?
Yoksa, günümüzün gençliği -hemen her konu gibi- bunu da çok iyi biliyordu da bizim mi haberimiz olmadı?
Filmin tanıtım aşamasında gözlemlediğim aksaklıklara ilişkin acı, fakat dostça bir uyarı daha…
Suat Köçer'e bu olayda özel bir kasıt aramaması gerektiğini, gala gecesi İstinye Park sinemalarının girişinde görevlilerce doğru düzgün davetiye kontrolü bile yapılmadığını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Ancak, kendilerine göre son derece haklı nedenlerle yapımcı şirkete kırgındılar.
Bir filmi tasarlamak ve yapımı için sermaye bulmak büyük bir dert…
Sonrasında, o filmi çekip bitirmek daha da büyük bir dert…
Ancak, çağımızda “bir filmi tanıtmak ve pazarlamak”, bana göre bu iki aşamadan çok daha büyük bir derde dönüşmüş durumda…
Yapımcı şirkette PR faaliyetini yürüten arkadaşlar, Türk medyasında sinema üzerine uzmanlaşmış haberci, yazar, yapımcı ve editörlerin; hiç bir gazete, dergi, radyo-televizyon programı ve internet sitesini atlamaksızın, en az bir ay öncesinden eksiksiz bir dökümünü çıkartmalıydılar. Özellikle de, bu süreçte, son yıllarda etkinlik açısından müthiş bir ivme kazanıp, gençler arasında sinema kültürünü yaymada en kıdemli sinema dergilerinden bile daha büyük başarılar (ve okunma oranları) elde eden internet sitelerine kesinlikle “üvey evlat” muamelesi yapılmamalıydı. Ülke çapındaki popülaritesinin en az yarısını sanal dünyanın yankı gücüne borçlu bir sinema yazarı olarak, internetin tanıtım anlamında artık ne denli güçlü bir mecraya dönüştüğünü en iyi bilenlerden biri de benim. Ve düzenli okurlarımın da yakından takip ettiği üzere, internetteki sinema sitelerini aynı alanda faaliyet gösteren dergilerden bile daha fazla ciddiye alıyorum. Türkiye'deki en popüler sinema dergisi aylık 8-10 bin tirajla yayımlanırken, ortalama tanınırlık düzeyindeki bir sinema sitesi ise yalnızca bir gün içinde en az bu kadar sayıda insan tarafından ziyaret ediliyor.
O yüzden, gösterime sunulacak yeni filmlerin PR çalışmaları sırasında, internet sitelerinde film analizleri yapan editör ve yazar arkadaşların etki gücünün hiç de hafife alınmaması gerektiğine inanıyorum.
Suat Köçer de başarılı bir sinema sitesinin kurucusu ve editörü olarak, “Dinle Neyden” ekibine duyduğu kırgınlıkta dibine kadar haklı. Çünkü, daha yayıncılıkta birinci yılını bile doldurmadan en az fizikî bir sinema dergisi kadar popüler konuma ulaşan sitesi, yazar kadrosu olarak da neredeyse bir sinema dergisi kadar zengin. Üstelik, sinema yayıncılığımızda şimdiye kadar pek görülmemiş bir kültürel renklilik ve çeşitlilik içinde, giriş sayfasında (biri başörtülü olmak üzere) tamı tamına üç bayan yazara yer veriyor: Gülşah Nezaket Maraşlı, Betül Dündar ve İpek Tanır…
Böylesine verimli, donanımlı ve iyi niyetli insanlar, davetiye gönderilirken hiç unutulup atlanır mı Allah aşkına!
Câmiamızda bin bir güçlük içinde, hiç kimse sulamamasına rağmen kendi gayretleriyle açan bu gibi nadide çiçekleri kesinlikle soldurmamalıyız.
O yüzden, PHS şirketinin yetkililerine bütün içtenliğimle diyorum ki, bu zarif filmi çekip bizlere sunmanız, gerçekten önemli ve takdire şâyan bir çabaydı. Ancak, bundan sonraki yapımlarınızda, aynı hassasiyeti, gala coşkunuza ortak olmasını istediğiniz sinema yazarlarının adlarını belirlerken de göstermelisiniz. Bize bizden başkasından zerrece fayda yoktur. Davetiye gönderiminde hemen ilk anda akla geliveren kimi “adı ve sânı büyük” solcu yazarların, mütedeyyin sinemacıların galalarına ne ölçüde katıldıklarını (daha doğrusu katılmadıklarını!) ya da katılsalar bile o filmleri okurlarına ne formatta tanıttıklarını, yıllardır konuk olduğum düzinelerce galada bütün acıtıcılığıyla gördüm ve halen de görmekteyim.
Velhasıl, genç kalplerde duyulan kırgınlıklar bana bir kaç farklı kanaldan iletildi; ben de şimdi ilgilisi her kimse, ona vaziyeti aynen aktarıyorum.
Ne demişler, “elçiye zeval olmaz”…