Yönetmenliğini Arkın Aktaç'ın üstlendiği 'Üç Harfliler', büyük ölçüde düşük bütçesinden kaynaklanan kimi dramatik ya da teknik yetersizliklerine karşın, tıpkı son bir kaç yıldır ardarda çekilen öncülleri 'Büyü', 'Araf', 'Gomeda', 'Dabbe 1-2' ve 'Semum' gibi ulusal sinemamızda çok önemli tarihsel bir misyon üstleniyor ve gözleri yaklaşık bir asırdır 'zombilere, vampirlere, kurt adamlara, İncil'e, heybetli kilise binalarına, her derde devâ haçlara, gümüş mermilere, kutsal suları oraya buraya serpiştirerek şeytan çıkaran marifetli rahiplere' alıştırılmış Müslüman bir ulusun kültür emperyalizmiyle tıklım tıkaş edilmiş kolektif belleğini sabırla temizliyor.
İçerdikleri bütün o dramatik yetersizliklere, özel efektlerindeki garibanlığa ve bu “akım”ı peşinen kabullenmiş benim gibi “kesin inançlı” bir adamı bile zaman zaman yadırgatabilen diğer bazı ilkel yönlerine rağmen, 2000'lerin ikinci yarısından itibaren yavaş yavaş filizlenmeye başlayan “Türk korku-gerilim sineması” hareketini yine de çok seviyorum. Sevmek ne kelime; bugüne kadar hiç bir ayrım gözetmeksizin, özel hayatlarındaki politik duruşları her ne olursa olsun, söz konusu akıma dahil edebilecek bütün filmleri ve bunları ortaya koyan genç yönetmenleri birbirinden farksız sevgi tezahürleriyle kucakladım. Ta, söz konusu hareketi başlatan 2006 tarihli ilk film “Araf” ve yönetmeni Biray Dalkıran'dan itibaren…
Aynı yıl, Dalkıran'ın hemen ardından “Dabbe-1” ile Hasan Karacadağ ve “Gomeda” ile Tan Tolga Demirci ortaya çıktı ki söz konusu filmler de öncülleri konumundaki “Araf”a göre bir gömlek daha üstün denemelerdi. Bunlardan Karacadağ kendisini şaşırtıcı bir hızla geliştirerek, verdiği ürün sayısı şimdilik yarım düzineye ulaşan mâlûm akımın bana göre en iyi örneği sayılabilecek “Semum”u çekti ve böylelikle çıtayı bir parça daha yükseltti. 2009 yapımı “Dabbe-2”yi de gerçekleştirmesiyle, yerel kültürel kaynaklardan beslenen bir korku-gerilim dili ve geleneği kurma yönünde diğer meslektaşlarına göre daha istikrarlı bir görüntü sunan, bu alanda (uğradığı her türlü hakarete rağmen) inatla ilerleyeceğinin sinyallerini veren Hasan kardeşimi yalnızca türe yaptığı öncü katkılarla değil, aynı zamanda insan olarak da çok sevmekteyim.
Öte yandan, “Üç Harfliler: Marid”e kadar uzanan zorlu yolda, türün başlatıcısının gerçekte Biray Dalkıran değil, Yeşilçam'ın deneyimli görüntü yönetmenlerinden Orhan Oğuz olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Neden derseniz, Oğuz, adını andığım diğer genç yönetmenlerin tarzı ve tavrından biraz daha kopuk bir biçimde, 2004'de “Büyü” adlı bir film yönetmişti. Ancak, gerek oyunculukları gerekse özel efektleri açısından aslında hiç de fena sayılamayacak olan bu çalışma, gala gecesinde çıkan yangın nedeniyle dönemin magazin medyasının diline pelesenk olacaktı. İstanbul Dolmabahçe'deki G-Mall alışveriş merkezini birbirine katan o yangının filme yönelik ilgiyi artırmak amacıyla türetilmiş bir pazarlama oyunu olduğu iddiaları “Büyü”nün itibarını büyük ölçüde zedeledi. Başarılı oyuncu kadrosu ve vasatın üzerindeki teknik düzeyiyle böylesi bir dışlanmayı hiç hak etmeyen o talihsiz yapım da sonraki yıllarda unutulup gitti.
Şimdi, bir başka genç kuşak yönetmen, kendisini ve evveliyatını fazlaca bilmediğim, yalnızca “Ten Yükü” adlı 1997 yapımı bir kısa filminden haberdar olduğum Arkın Aktaç, geleceği adına büyük umutlar beslediğim “Türk korku-gerilim sineması”na yepyeni bir halka daha ekliyor. Filmin dar kapsamlı oyuncu kadrosu ve orta hâlli teknik-estetik düzeyine bakıldığında, belli ki Aktaç da bu çetin ceviz çabaya son derece dar bir bütçeyle girişmiş. Hoş, zaten internette gözüme çarpan bir kaynakta “Üç Harfliler”in 500.000 TL gibi (popüler televizyon dizilerinin bir ya da bilemediniz iki bölümünün bütçesine denk gelebilecek) bir harcamayla çekildiği yazmaktaydı. Bu bilgi ne denli doğrudur bilemiyorum; fakat beyazperdede gördüklerim de bütçenin üç aşağı beş yukarı o kadar olabileceğini hissettirdi doğrusu…
Efendim, görsel efektler dandikmiş de, oyunculuklar zayıfmış da, bu gibi filmlerin pek çoğunda teknik yetersizlikleri örtmek için abartılı ses efektlerine yaslanılıyormuş da…
Kendimize karşı bir parçacık dürüst olalım Allah aşkına!
Pek çoğumuz “İslâmî simge ve imgelerle bezenmiş” olan bu filmleri gerçekte teknik ya da dramatik yetersizliklerinden dolayı eleştirmiyoruz. Neredeyse sinemanın kuruluş yıllarından itibaren, başrollerinde Lon Chaney, Bela Lugosi ve Boris Karloff gibi aktörlerin boy gösterdikleri, bazıları sessiz çekilmiş erken dönem siyah-beyaz korku-gerilim öykülerden bu yana gözlerimiz ve gönüllerimiz “gotik korku” türüne öylesine kesin bir biçimde alıştırıldı ki batı mitoslarından beslenen ürkünçlüklerin dışındaki her şey bizlere anlamsız geliyor, belirli bir noktaya saplanıp kalmış beğenilerimiz karşısında da etkisizleşiyor. Gerçekleştirdikleri dinsel ritüel itibarıyla aralarında hiçbir fark bulunmasa da William Friedkin'in “Şeytan”ındaki (The Exorcist) Rahip Merrin'in “cin çıkarma seansı”nı izlerken gerim gerim gerilip, Hasan Karacadağ'ın “Semum”undaki namaz takkeli Mikail Hoca'yı görünce kahkahaları basmamız da tam olarak bundan! Çünkü Hollywood, neredeyse bir asırdan beri algılarımızın ırzına geçip duruyor. Bu öylesine etkili bir beyin yıkama operasyonu ki, üzerinde yaşadığımız topraklardaki kültürel gelenekler açısından hiç bir anlamı olmayan vampirler, zombiler, kurt adamlar, hortlaklar; yanı sıra haç, gümüş kurşun, kutsal su, sarımsak ve tahta kazık gibi enstrümanlarla kötücül varlıkları etkisiz kılma girişimlerini sinemanın kendine özgü rasyonalliği içinde pek mâkul bulurken, neredeyse her Türk mahallesinde gün aşırı yeni bir örneğine rastladığımız, mağdurların çözüm için Müslüman din adamlarına başvurdukları “cin çarpması” olayları ya da bu gibi gizemli olaylardan türetilen sinemasal öyküler ise yüzlerimize alaycı bir tebessüm yüklemekte…
Yakınlarının mezarının üzerine iki tane sararmış yaprak bile düşse insanların onları temizlemek için sık sık mezarlık ziyaretleri yaptıkları, bayramlarda bile ilk günlerini mezar taşlarının yanıbaşında geçirdikleri duygusal bir coğrafyada, insan bedenine yönelik saygısız ve hoyrat bir bakışın esas alındığı “zombi”, “kurt adam”, “vampir” gibi figürlerin aslında hiç bir kültürel değeri yok. Topraktan fırlayan yarı çürümüş cesetleri ve onları birbirinden zâlimane yöntemlerle etkisiz hale getiren cesur avcıları, vampirleşmiş insanların kalplerine kazık çakılarak haklanmalarını perdede izleyerek eğlenmek kolay da gerçek hayatta hiç kimse kendi anne-babasını ya da çocuklarını o zombilerin, vampirlerin, kurt adamların yerine koymaz sanırım! Ölü bedenlere yönelik saygısızca tutumlar bu coğrafyanın hamurunda yoktur; ancak Hollywood sayesinde böyle bir yaklaşım biçimini de “Gerektiğinde neden olmasın?” diyerek -üstüne milyonlarca dolar bayılıp- ithal etmekteyiz.
Tekrar ifade ediyorum ki Türk sinema sanatçılarının özgün korku-gerilim ya da bilim-kurgu öyküleri türetme, bunları çekerken muhtelif yaratıcı zekâ gösterileri sergileme ve yetkin oyuncular bulma yönünde bir sorunları yok. Bizim yegâne sorunumuz, ulusal sinema endüstrimizde (ki “endüstri” lafı bile piyasayı tanımlarken fazla iddialı kalıyor) yalnızca anılan türlere değil, sinemanın geneline düzenli para akışı sağlayabilecek, sektöre inanmış güçlü finansörler, paralı ve stabil yapımcılar olmaması… 200.000 TL'si bin bir yalvarmayla (ve geri ödemeli olarak) Kültür Bakanlığı'ndan gelen, kalan 100.000 TL'si de anne-babaya oturulan evi ipotek ettirerek temin edilebilen 300.000 TL bütçeli bir korku-gerilim filminde de ancak bu kadar oyunculuk ve özel efekt olur! Unutmayın ki Dalkıran, Karacadağ, Demirci ya da Aktaç'ın çektikleri filmlerin toplam bütçesiyle, Lucas Film'e 3-4 sahneyi dolduracak kadar canavarlı görüntü bile yaptırmazsınız!
Hiç unutmuyorum, 2007'de necip Türk gençliği Karacadağ'ın ilk “Dabbe”si üzerine akla hayâle gelmedik makaralar yaparken, o filmin bir DVD kopyasını izlemesi için kendisine gönderdiğim Yunanlı film yapımcısı dostum Vassilis Barounis, ise bir kaç gün sonra “Bu ne kadar da etkili bir korku filmi, evde eşimle birlikte izlerken ikimiz de tırstık ve sonunu zor getirebildik” şeklinde bir mesaj atıp, sonrasında Yunanistan piyasasında satışa sunmak üzere aynı DVD'den kolilerce sipariş vermişti. Bizim bilmem ne geçerek baktığımız bir yerel öyküye, elin oğlu (Türkiye'nin müzmin komplekslerinden, sosyal çatışmalarından tamamen uzakta yaşadığı için) bambaşka bir açıdan ve çok daha serinkanlı bakabiliyor çünkü…
Bu yüzden, Türk ulusu olarak, bu gibi korku-gerilim denemelerini aşağılamaya başlamadan önce elimize en büyük boyundan bir paket “Arap sabunu” alıp, bilincimizi ve belleğimizi şöyle tepeden tırnağa bir yıkayarak “kültürel cenabetlik”ten arındırmamız lâzım…
O yüzdendir ki ilhamlarını Anadolu topraklarından ve İslâm dininin kutsal metinlerinden alan, yerel çizgileri güçlü korku-gerilim filmleri yapmaya soyunan bütün bu arkadaşlara çok büyük bir saygı duyuyorum. Olacak, kesinlikle olacak. Hemen bir kaç yıl içinde değilse bile, önümüzdeki 8-10 yıl içinde mutlaka daha kaliteli yapıtlar ortaya koyacaklar; dahası bunlar için finans kaynakları da bulmaya başlayacaklar. Yeter ki hevesleri kırılmasın, çabalarının anlamsız ve gereksiz olduğunu düşünerek kısa sürede pes etmesinler. Muhtemelen çeyrek yüzyıl kadar sonra, milyonlarca dolarlık bütçelere sahip gösterişli korku-filmlerin oynadığı bir Türkiye'de, onların bu öncü çalışmaları için de övgüler düzülüp toplu gösteriler düzenlenecektir. Sinema denilen nankör dünyadaki değer döngüsü böyle işliyor çünkü…
“Üç Harfliler”, prodüksiyon koşullarından kaynaklanan “gösteriş eksikliği”ne ve dramatik boyutundaki bazı sıkıntılara rağmen yine de gidip izlenmesi; izlenirken de yukarıda kilometre taşlarını aktardığım çabalar üzerine düşünülmesi gereken alçakgönüllü bir korku-gerilim gösterisi…
Belki türün vitrin ve teknoloji gereksinimleri açısından biraz zayıf; fakat asla kötü değil!