Türkiye demokrasisinin en büyük mücadelesi, bütün kurum ve kişileri hukuken sorumlu kılmak ve kamusal denetime tabi tutmaktır. Şemdinli davası bu yüzden bir demokrasi sınavıdır
Ülkenin insana uzaklık hissini en yoğun olarak yaşatan kasabasında bundan iki yıl önce 9 Kasım günü öğle vakti patlayan iki el bombası, hiç beklenmedik bir şekilde Türk demokrasi mücadelesinin kilometre taşlarından dönen bir süreci başlattı. Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz'ın köhne bir pasajdaki mütevazi kitapçısının 9 Kasım 2005 tarihinde Jandarma hesabına çalışan PKK itirafçısı Veysel Ateş tarafından güpegündüz, pervasızca bombalanması yıllardır bölgede uygulanan gayri nizami harp tekniklerinin tipik bir örneğiydi. Eğer Seferi Yılmaz tesadüfen saldırıdan kurtulup Veysel Ateş'in peşine düşmese, Ateş ve yanındaki iki Jandarma astsubayını suçüstü yakalatmasaydı, cinayetle sonuçlanan bu eylem de büyük ihtimalle ya faili meçhul olarak nitelendirilecek ya da PKK'ya mal edilecekti. Şemdinli olayını geçmişteki benzeri olaylardan farklı kılan unsurlar, saldırıyı gerçekleştiren kamu görevlilerinin ilk defa kıskıvrak yakalanması ve olayın akabinde gelişen hukuki sürecin, Türk demokrasisinin karşı karşıya bulunduğu hayati tehditlere ayna tutmasıdır.
Hakkari il sınırları içinde 1 Haziran 2005 ve 9 Kasım 2005 tarihleri arasında tam 18 tane bombalama eylemi gerçekleşti. Bu eylemlerin önemli bir kısmı PKK'nın yapacağı nitelikte değildi. TBMM, “Hakkari Merkez, Yüksekova ve Şemdinli ilçelerinde meydana gelen olayların araştırılması” amacıyla kurulan Meclis Araştırması Komisyonu da bu patlamaların 5 tanesini şüpheli buldu ve bu eylemleri “terörle mücadele kanun dışı yöntemleri benimseyen Devletin içine yerleşmiş bir takım odakların” gerçekleştirebilme ihtimalinin olduğunu belirtti. Çeşitli siyasi duruşa sahip heyet ve kişilerin rapor ve beyanatlarının ve kendi detaylı araştırmalarımın ışığında, Şemdinli ve benzeri olayların, gayri-nizami psikolojik savaş uygulamalarının bilinçli ve koordineli ayakları olduğu inancındayım.
Soruşturmayı yürüten Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya da soruşturmanın titizliği bakımından Türkiye hukuk sisteminde bir çığır açan iddianamesinde “terör örgütlerinin yapmış olduğu eylemlerin bir benzeri kamu görevlileri tarafından yapılmış” olduğu sonucuna vardı. Savcı, iki astsubay ve itirafçının, Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozma suçlarını tanımlayan Türk Ceza Kanunu'nun 302. maddesince cezalandırılmalarını talep etti. Bilindiği üzere Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu daha sonra Sarıkaya'yı meslekten ihraç etti ve avukatlık yapma hakkını da elinden aldı.
Sarıkaya'nın başına gelenlere rağmen Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi iddianameyi kabul etti ve iki astsubayı 39 yıl 5 ay 10 gün, itirafçıyı da 39 yıl 10 ay 27 gün hapse mahkum etti. Mahkeme, sanıkların 302. maddeden ceza almalarına ise gerek görmedi. Aynı zamanda Mahkeme, gerekçeli kararında, sanıkların “örgüt içinde yalnız olamayacakları ve böyle bir eylemi kendilerinden rütbe olarak yüksek olan görevlilerin himayesi ve katılımı olmadan işleyemeyecekleri” kanatine vardı. Yoğun baskı altındaki mahkemenin böyle bir tespitte bulunması önemlidir. Verilen karar daha sonra hem sanık hem de müdahil avukatları tarafından temyiz edildi. Tartışmalı bir süreçten sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi Mayıs 2007'de usül yönünden kararı bozdu. Daire'ye göre soruşturma eksik yapılmıştı ve davaya Askeri Mahkeme'nin bakması gerekliydi. 13 Haziran'daki duruşma öncesinde Van Cumhuriyet Savcısı sanıkların tahliyesini istedi. Fakat Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, görevsizlik kararına direndi ve dava dosyasını Van Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne göndermeyi reddetti. Aynı ay içinde bir üst mahkeme olan Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi, sanık avukatlarının itirazını reddederek sanıkların tutukluluğunun devamına ve davanın sivil mahkemede sürmesine karar verdi. Ayrıca Yargıtay'ın kararını da “hukuksal değeri olmayan ve hiçbir sonuç doğurmayan” ifadeleriyle nitelendirdi. Temmuz ayında Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, sanık avukatlarının sanıkların tahliyesi, reddi hakim ve askeri mahkeme taleplerini oy birliğiyle reddetti.
Bu gelişmeler karşısında Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu Van 3. ve 4. Ağır Ceza Mahkemeleri'ni cezalandırma yoluna gitti ve mahkeme heyetlerini dağıttı. Yeni üyelerden oluşan Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi 14 Eylül duruşmasında Yargıtay'ın isteği doğrultusunda görevsizlik kararı verip dava dosyasını Askeri Mahkeme'ye gönderdi. Bu karar sonrasında müdahil avukatları temyiz için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurdular. Yargıtay'ın vereceği karar göre dava çok büyük bir ihtimalle Askeri Mahkeme'de devam edecektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) PKK'ya karşı yürüttüğü gayri nizami savaşın niteliği ve hukuksal boyutu hakkında her türlü eleştiriyi ve yargı denetimini kendine yapılmış bir saldırı olarak kabul etmektedir. Şemdinli davası TSK'yı son derece rahatsız etti ve bu rahatsızlık Genelkurmay Başkanı'nın konuşmalarına yansıdı. İlginç olan, TSK'nın hukuk dışı yöntemlere başvuran mensuplarına sahip çıkmasıdır. Şemdinli sanığı iki astsubayın TSK'yla ilişkileri halen kesilmedi.
Türkiye'nin rekabete dayalı çoğulcu seçim uygulamaları 1950 yılına, anayasacılık ruhu ise 1876 yılına kadar dayanmaktadır. Dünyanın az sayıda ülkesinin sahip olduğu böylesine köklü bir liberal demokrasi geleneğine rağmen Türkiye'de halen niye evrensel beşeri haklara, hukuk kurallarına ve kamu vicdanına riayet eden bir siyasi rejimin oluşmadığının cevabı Şemdinli olayı ve davasında gizlidir. Şemdinli olayı ve davası göstermiştir ki, Avrupa Birliği reformlarına, sivil toplum iradesinin gelişmesine ve basın-yayın organlarının göreceli özgürlüğüne rağmen, Türkiye'de Devletin güvenliği adına alenen suç işleyen ve kişisel hak ve özgürlükleri pervasızca yok eden örgütlenmeler varlıklarını sürdürmektedirler. Türk demokrasisinin en kırılgan noktası, denetimden yoksun ve her türlü komployu olanak dahilinde gören bu örgütlenmelerdir. Bunları ifşa etmeye ve ortadan kaldırmaya şimdiye kadar hiçbir seçilmiş otoritenin ve yargı organın gücü yetmemiştir. Şemdinli olayı ve dava süreci bu gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Türkiye demokrasisinin en büyük mücadelesi, bütün kurum ve kişileri hukuken sorumlu kılmak ve kamusal denetime tabii tutmaktır. Şemdinli davasını kısır bir sivil iktidar-ordu çekişmesi veya siyasi bir komplo olarak nitelendirmek, bu mücadelenin zaruriyetini hiçe saymaktır. Savcı Sarıkaya ve davada karar veren hakimler farklı siyasi geleneklerden gelseler de, benzer tespitlerde bulunmuşlar ve hukuk insanı yönlerini ortaya koymuşlardır. Şemdinli davasının en olumlu yanı, bu mücadeleyi benimseyen, mesleki ve ahlaki sorumluluğa sahip cesur hukuk insanlarının varlığını ortaya koymuş olmasıdır. Kamuoyu onları yalnız bırakmamalıdır.
* Dr., Loyola Üniversitesi