Kızıldeniz’de Amerikan koalisyonu ve AB’nin tutumu

Kızıldeniz AB ülkeleri için önceki misyonlara bakıldığında uygun bir operasyon alanı olarak gözüküyor. Bu aşamada operasyonun yapılıp yapılmayacağı konusu bir kapasite meselesi değil, bu yüzden Almanya ve Fransa’dan gelecek sinyaller AB’nin yol haritası için de gerekli verileri önümüzdeki günlerde sağlayacaktır.

İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Muhammed Çağrı Bilir / Araştırmacı – Türkiye Araştırmaları Vakfı

Aksa Tufanı Operasyonu’nun askeri ve siyasi hedefleri birçoklarınca yazıldı. Öne çıkan yaklaşımlardan biri de Hamas’ın, İsrail-Filistin meselesini bölgesel bir krize döndürerek gündemde haber değeri bile neredeyse kalmamış olan İsrail katliamlarını tekrardan Arap ülkelerinin gündemine taşımaktı. Ancak ABD’nin henüz operasyon başlamışken çok hızlı refleks göstererek donanma göndermesi krize üçüncü tarafların katılımını doğrudan caydırdı.

Medyada ve bazı kesimlerde sıkça dile getirilen Hizbullah üzerinden ikinci bir cephe açılması hayalleri ise -İran’ın sosyal medyada yaydığı animasyonlardaki 480p operasyonları saymazsak- statükoyu bozmayacak düzeyde boş arsaları vurmaktan öteye gitmedi. Statükodan kasıt ise İran ve Hizbullah’ın “İsrail karşıtlığı”nın daha çok iç politik saiklerle kendisine meşruiyet sağlamak için kullandığı bir aparat olduğu gerçeğidir. Yani kontrollü ve limitli saldırılarla bir şey yapıyor gibi gözükmekten öteye gitmeyen günlük rutinler bu ilişkinin dinamiğini oluşturuyor. Dolayısıyla 7 Ekim sonrası da statükoyu bozacak herhangi bir askeri hareketlilik İran-Hizbullah cephesinde görülmedi.

HAREKETE GEÇEN TEK AKTÖR

Körfez ülkeleri de adeta 6 Ekim akşamına geri dönmek istercesine pozisyon alırken Hamas’ın krizi bölgeselleştirme amacı da ne yazık ki başarılı olamadı. Dolayısıyla Hamas bu savaşı kendi başına vermek durumunda kalıyor ve tabii ki bunu yaparken bütün bir bölgeye de büyük bir ders veriyor. Bu noktada bölgede krizi bir fırsat olarak görerek 6 Ekim günü var olan dengenin aksine kendi pozisyonunda değişim arayan tek aktör ise Yemen İç Savaşı’nın taraflarından biri olan Husiler.

7 Ekimden itibaren özellikle İsrail’e giden gemilere yönelik onlarca İHA ve füze saldırısı yapıldığı biliniyor. Bu saldırılar Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş gemilerince bertaraf edilirken ABD tarafı meseleye alışılmışın aksine bir hızla karşılık vererek Husilere karşı Kızıldeniz’deki ticari trafiği korumak için uluslararası koalisyon kuracağını duyurmuştu. Başlangıçta koalisyona 20 ülkenin katılımı öngörülürken, İngiltere, Danimarka ve Yunanistan haricinde ABD’nin Avrupalı müttefikleri bölgeye savaş gemilerini göndermek konusunda isteksiz gibi gözüküyor. İtalya ve Fransa koalisyon çatısı altında olmadan bölgeye angaje olacaklarını söylerken, İspanya ise AB yahut NATO liderliğinde bir operasyon olursa ancak destek vereceğini söyledi. Bu aşamada AB içinde devam eden bir tartışma ise dikkate değer. Halihazırda Somali’de korsanlara karşı deniz ticaretini korumaya yönelik devam eden AB Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası askeri misyonu EUNAVFOR Atalanta’nın görev ve yetki alanının Kızıl Denizi de korumak için genişletilmesi tartışılıyor. Brüksel’de özellikle Almanya böyle bir misyon için diğer üyelerle kontak halindeyken, İspanya ise Atalanta yerine farklı bir OGSP misyonu kurulabileceğini vurgulayarak devam eden tartışmaya şerh koyuyor. Peki böyle bir OGSP askeri misyonu Kızıldeniz’de ne kadar mümkün?

İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

BULAŞIĞI YIKAMAK AVRUPA’YA MI KALACAK?

Avrupa Birliği 2003 yılında yayınlanan Strateji Belgesi ile Avrupa’ya yakın coğrafyalarda bölgenin güvenliğini etkileyen meselelere yönelik askeri ve sivil önlemler alabilme hedefini ortaya koymuştu. Bu amaçla 2003’ten günümüze Bosna, Kosova, Filistin, Ukrayna ve Kongo gibi kriz bölgelerinde AB bayrağı altında askeri ve sivil birçok misyon yürütüldü. Ancak yapılan askeri operasyonlara bakıldığında henüz tek bir AB askeri bile bu misyonlar dahilinde bir çatışmanın parçası olmamışken, yapılan operasyonlar küçük çaplı, riskten uzak ve devam eden krizi neticelendirmekten ziyade spesifik hedefler doğrultusunda aslında hiçbir şeye yaramayan hamleler olarak tanımlanabilir. Kimileri AB’nin bu operasyonları, kendi içinde Avrupalılaşma hedefleri doğrultusunda 27 ülkenin silahlı kuvvetlerinin birbirine entegrasyonu için bir araç olarak gördüğünü söyler, kimileri ise AB’nin sadece sivil bir aktör olduğu için kriz bölgelerinde insani şartları iyileştirmek için tamamlayıcı bir rolü olduğunu iddia eder. Bu açıdan bakıldığında aslında büyük güçlerin ortalığı karıştırdığı alanlarda “bulaşığı yıkamak” Avrupa Birliğine kalır derler. Pek talep görmese de AB’nin, küresel düzeyde ABD’yi bile dengeleyecek bir aktör olma hedefinden dolayı tamamen ekonomik saiklerle kurulmuş olan Birliğe bir de askeri kanat ekledikleri bile iddia edilir. Tabii ki Husilere yönelik bir askeri operasyonun mümkün olup olmayacağı bu yaklaşımlar üstünden değerlendirilebilir. Ancak bütün bu iddialar aslında bir şeyi gözden kaçırır o da AB’nin 27 üye ülkesi olan ve dış ve güvenlik konularında oybirliği prensibiyle karar veren bir organizasyon olduğudur. Yani bu yaklaşımlara göre AB üyelerinin her biri aynı olaylara aynı saiklerle cevap ürettiği dolayısıyla bütüncül bir AB yaklaşımın mümkün olabileceği varsayımı üstünden bir anlatı kurulur. Aslında AB’nin bu gibi krizlere nasıl cevap vereceği meselesi kurumun karar süreçlerinde etkili olan Fransa ve Almanya gibi ülkelerin bu bölgesel sorunları nasıl ele aldığı ve AB üzerinden nasıl bir aksiyon planladıklarıyla alakalıdır. Eğer bu ülkelerin farklı motivasyonları olsa dahi yapılacak bir operasyondan beklentileri var ise ve aralarında bu operasyondan doğabilecek görece kazanç prensibine göre bir çıkar çatışması durumu da yoksa askeri operasyonlar mümkün olabiliyor. Ancak bu da bir operasyonun yarattığı fırsatlar üstünden yapılan bir okuma ve yine sınırlı tahmin gücüne sahip. Esas olan ise burada AB üyelerinin hangi maliyetleri yüklenip yüklenemeyeceğidir.

OPERASYONA GÖNÜLLÜ ARANIYOR

Bilindiği üzere sınırlı askeri kapasiteleri ve kendi iç politikalarında yarattıkları suni refah düzeni aslında bu gibi konularda Avrupalıları tamamen Amerikan gücüne bağımlı hale getirir. Dolayısıyla bir kriz bölgesinde eğer AB’yi doğrudan tehdit edecek yetenekleri olan bir aktör varsa bu ülkeler Amerikan koruması olmadan adım atmazlar. Örneğin Bosna’da EUFOR Althea misyonunun kapsamlı bir askeri operasyon olarak reklamı yapılsa da aslında olan ABD’nin askeri olarak tehdidi minimize ettiği bir alanda state-building sürecinin maliyetini AB’ye yıkmasından ibarettir. Yine Suriye veya Kırım AB ülkelerinin daha önce hiç yüzleşmedikleri asimetrik tehditleri barındıran ve ABD’nin de bir şekilde müdahil olmadığı alanlar olarak AB ülkelerinin askeri bir seçeneği asla düşünemedikleri kriz bölgeleriydi. Kongo’da yapılan operasyonlar ise AB kuvvetlerinin hiçbir şekilde tehdit edilemediği ve tamamen yerel bir krize yapılan müdahalelerdi dolayısıyla ne çıkar çatışması ne de AB’yi limitleyecek bir tehdit söz konusu değildi. Bu gibi birçok alandan birçok örnek verilebilir. Ancak nihayetinde çıkarılabilecek sonuç ise AB’nin sınırlı kapasitesi sebebiyle uluslararasılaşmış kriz alanlarında eğer Amerikan koruması yoksa varlık gösteremedikleridir.

Husilere yönelik bir operasyonun mümkünlüğü bu perspektiften ele alınacak olursa, ABD doğrudan bölgede krize müdahil oluyor. Dolayısıyla krizin yegane düşmanı Husiler iken, üçüncü ülkelerce tehdidin boyutunun arttırılması ihtimali mümkün gözükmüyor. Yani operasyonun tek muhatabı yerel bir aktör olan Husiler olmaya devam edecek. Bu aşamada deniz ticaretinin her bir AB üyesini de etkileyen bir durum olması, bu gibi krizlerde rol alma heveslisi olan Fransa’nın sahada olması ve Amerika’nın varlığı sebebiyle Almanya’nın da meseleye sıcak bakıyor olması bir operasyonun olabileceği görece steril bir ortam yaratıyor. OGSP operasyonlarında katılımın gönüllülük esasına göre olması yani bir operasyonu onaylamanın o operasyona sınırlı bir maddi destek haricinde bir şeyi zorunlu kılmıyor oluşu yine Fransa liderliğinde bir deniz gücünün sahaya AB bayrağı altında gidebilme ihtimalini arttırıyor. Çünkü Husilerin füze ve İHA’lar ile yaratacağı asimetrik tehditler daha önce AB ülkelerinin yüzleştiği bir durum değil dolayısıyla her üye ülke bu riski almaya eşit derecede gönüllü olmayacaktır. Bu noktada İngiltere ve ABD’ye hep bir alternatif olma çabası içinde olan Fransa’nın koalisyon dahilinde hiçbir ülkenin emir komutasına girmeyeceğini söylemesi ve İspanya’nın da bir AB operasyonunun sinyalini vermesi, Fransa’nın çerçevesini belirlediği ve ABD koalisyonu dışında bir operasyon ihtimalini arttırıyor. Sonuç olarak Kızıl Deniz AB ülkeleri için önceki misyonlara bakıldığında uygun bir operasyon alanı olarak gözüküyor. Bu aşamada operasyonun yapılıp yapılmayacağı konusu bir kapasite meselesi değil, bu yüzden Almanya ve Fransa’dan gelecek sinyaller AB’nin yol haritası için de gerekli verileri önümüzdeki günlerde sağlayacaktır.

SON SÖZÜ WASHINGTON MI SÖYLEYECEK?

Bu noktada iki ülke arasında dengeye bakılacak olursa, Brexit’e kadar AB’nin önde gelen üç aktörü arasındaki ilişki ABD’ye göre aldıkları pozisyon üstünden sınıflandırılabilir. İngiltere bu aşamada bugün de anlaşılacağı üzere Atlantisist olarak tanımlanabilirken, Fransa ise otonom bir AB hayaliyle ABD’den bağımsız hareket edebilen bir uluslararası aktör olmayı hedefler. Almanya ise ABD’nin çizdiği sınırlar dahilinde zaman zaman proaktif bir dış politikaya yönelse de genelde Avrupalı kimliğinin sivil yahut normatif düzeyde kalarak aslında hem farklı bir AB kimliği hayal ederken öte yandan ABD’nin de ayağına basmayarak yani NATO’ya alternatif üretmeden dış politika yapmayı hedefler. Bu aşamada İngiltere’ye göre Almanya’nın OGSP konusunda daha yakın olduğu da düşünülür. Tabii ki bu gibi yorumlar olaydan olaya da değişkenlik gösterir. Örneğin Mali’de veya Kongo’da Almanya Fransa’dan yana tavır alırken, Libya ve Suriye gibi alanlarda İngiltere ve Fransa’nın daha yakın tutum aldığı ancak NATO konusunda ayrıştığı söylenir. Ancak Brexit sonrası bu durum AB’nin başarısının iç politik bir kaldıraç halini almasından dolayı Fransa ve Almanya’nın birbirlerinin ayağına basmama çabası içinde oldukları söylenebilir. Dolayısıyla ABD tarafından AB’nin Husilere karşı daha çok sorumluluk alması gerekliliği vurgulanırsa Kızıldeniz’de bir operasyon için gerekli şartlar sağlanmış demektir. Operasyon olup olmayacağı ise bundan sonra stratejik kararlar vermekte yeteneksiz AB ülkelerinin İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamlarına sessiz kalırken gösterdikleri tek sesliliği tekrar sağlayıp sağlayamayacağına kalmıştır.

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
İsrail lobisi düğmeye bastı!

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Almanya’da aidiyet ve öncü kültür tartışmaları

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Osmanlı kadın cemiyetleri