Bir süredir izlediğim filmlerden tat alamadığımı fark edince aklıma bir soru düştü. En beğendiğimiz işler neden bugünün değil de geçmişin üretimi oluyor? Uzun zaman önce yazılmış kitapları okuyor, resimleri konuşuyor, eski müziklere hasret duyuyoruz.Biz sanat zevkimizde geçmişe atıfla ilerliyoruz da sanatçılar ne düşünüyor bu konuda? Edebiyatta olduğu gibi sanatın diğer dalları da hep geçmişe atıfla mı ilerler? Bugünün birikimiyle geleceğe bir eser bırakmak mümkün mü? Yoksa sanatın doğası geçmişten beslenmek mi? Tüm bu soruları ben de usta isimlere yönelttim. Yazar Mustafa Kutlu, halkın bugününü anlamak için geçmişin yok sayılamayacağından hareketle sanatçı sezgisinin önemine vurgu yaptı. Ressam ve akademisyen Hüsamettin Koçan soruları, zanaat ve sanat örneği üzerinden cevaplarken, Selim İleri ise gerçek sanatın geçmiş ve gelecek dengesi üzerinden bir perspektif çizdi.
SANAT GEÇMİŞ VE GELECEK DENGESİDİR
Edebiyat muhakkak geçmişe dönüp bakmak zorundadır. Geçmişi olmayan bir edebiyat, çok zor ayakta durur. Ama bu demek değildir ki devamlı geçmişe bakacaktır. Bugüne ve yarına da bakmakla yükümlüdür. Bu da arzu duyan yazarların çabasına kalmış bir şeydir. Ama geçmişe özlem duyulmasının değerli bir şey olduğu kanısındayım. Geçmişi bilmeden edebiyat olmaz. Sanatçının kendi kendine kalması artık çok zor. Gerçek sanata o yüzden ulaşamıyoruz. Geçmişi reddetmek, geleceğe dair umutsuz olmak... Bütün bu dengeyi iyi kurmak lazım. Bazı insanlar bunu taşır bazıları taşımaz. Hayatta en önemsediğim şey, bu dengeyi kurmaya çalışmak. Sadece ben değil birçok insan bunu yapıyor.
SANAT GELENEKTEN BESLENİR HEDEFİ YENİLİKTİR
Baksı Müzesi’nde şu an “Gel Zaman Git Zaman” diye bir sergimiz var. Aslında tam da bu sorunu tartışıyor. Geçmiş birikimi olmayanların, gelecek inşa etmeleri mümkün değil. Yaratıcı eylemlerin hepsi bir birikimden yola çıkar. Zanaat ve sanatı da onun için birleştiriyoruz. Bu geçmiş birikimlerin gelecek için oluşturduğu şansın kullanılmasını istiyoruz. Onun için de zanaatın sanattan çok farklı olmadığını düşünüyoruz. Zanaatkarlarımız o dönemin değerleridir. Mesela burada sergilediğimiz bir bohça var, yüz küsur yıl önce yapılmış. O nenemiz, oturmuş kendi başına öyle bir şey yapmış ki şimdi uzaktan bakınca patchwork gibi gözüküyor. Onun patchworkten falan hiç haberi yok. Ama oturmuş kendi hayatını anlatmış. Olağanüstü estetik. Bizde şahmeranlar var her biri bir kişilik. Bizim bu bilgi birikimimiz olmadığı için genel olarak bir boşluktan hareket ettiğimizi düşünüyoruz. Sanatın hayatı anlatması, geleceğe mesaj bırakması ve önünü açması lazım. O nedenle sanat da edebiyat da geleneği kullanır, gelenekten beslenir ama hedefi yeniliktir.
YAZDIKLARIM DEĞİL YAZACAKLARIM ÖNEMLİDİR
Geçmişte ne oldu ne bitti haberdar olmak lazım. Bu, bize bir bakış açısı kazandırır. Ama geçmişi tekrar ederek bir yere varılmaz. Benim görüşüm, geçmişe saplanıp orada kalmanın tehlikeli olduğudur. Yazdığım kitaplardan ziyade yazacağım kitaplar önemlidir benim için. Hep ileriye bakarım. Toplumcu bir yazarım. Vatandaşın ahı benim ahım, derdi benim derdimdir. Böyle bir çerçeveden sanata bakıyorum. Sanat bir güzellik yapacaksa ileriye matuf, halkın şimdiki ve daha sonraki meseleleriyle ilgili olmak lazım gelir. Sanatçı ileriye matuf sezgisel bir noktaya varamamışsa, onun vatandaş için de kendisi için de yapacağı pek bir şey yoktur. Sezgi önemli çünkü, sanatçının kendisi ve milletin başına gelecekleri önceden sezerek tavır alması lazımdır. Bu tavır alışının da geçmişi bilmesinden ileri gelen bir sağlamlığı olur. Geçmişten hız alabiliriz ama aslında hızlanmamız, kendi geleceğimize ne kadar bakıyorsak, ne kadar onunla ilgileniyor ve seziyorsak onunla ilgili. Sanatçı sezgisinin, diğerlerinin önüne geçmesi lazım. Geçer zaten. Mesela ben, “Ya Konfor Ya Kıyamet” başlıklı bir yazı yazdım. Gazete de bunu sürmanşete çekti. İşte bu yazı geleceğe dönük bir işarettir.