22 yıl: Bir sorun çözme pratiği

İçişleri Bakan Yardımcısı Bülent Turan, AK Parti'nin iktidara gelişinin 22. yıl dönümü dolayısıyla Yeni Şafak için özel bir yazı kaleme aldı. 3 Kasım 2002 tarihinin Türkiye'nin kronik sorunlarının çözümünde dönüm noktası olduğunu vurgulayan Turan, bu dönemde, güçlü adımlar ve cesur kararlarla pek çok kriz aşıldığını ve geçmişteki sorunların geleceğe miras bırakılmadığının altını çizdi.

İçişleri Bakan Yardımcısı Bülent Turan

İçişleri Bakan Yardımcısı Bülent Turan'ın AK Parti'nin iktidara gelişinin 22. yıl dönümü dolayısıyla kaleme aldığı Yeni Şafak'a özel yazısı şöyle:

"İnsanın en önemli travmalarından biri, hayatı boyunca yaşadıklarının aslında kendinden önce de aynı şekilde yaşanmış olduğunu keşfetmesi olsa gerek.

Babanız gibi davrandığınızı farkettiğinizde veya başkalarında kınadığınız bir davranışın aynısını siz yaptığınızda, bunu hayatın bir garip bir döngüsü ve bir ders çıkarma fırsatı olarak görebilirsiniz.

Ancak bütün bir ülkenin yaşamı söz konusu olduğunda durum bu kadar naif değildir, olmamalıdır. Bir ülke aynı hataları 100 yıl tekrarlamaz, 40-50 yıllık kronik sorunları olmaz, o sorunları gelecek nesillerine miras bırakamaz.

Maalesef bu konuda, geçmişten gelen, pek de iyi olmayan bir karnemiz var. Bazı sorunlar, on yıllar boyunca ülke gündemini işgal etti, ayağımıza dolandı... Hatta, bazı sorunlar, “dönem” olarak tanımlandı. Koalisyonlar dönemi, faili meçhuller dönemi, anarşi dönemi, darbe dönemi vs. Bunların yanı sıra, belki bir üst seviye olarak, kronik olmayı geçip karakter haline gelmiş sorunlarımız da vardı: Batılılaşma sorunu, altyapı sorunu, yabancı sermaye sorunu, siyasal istikrar sorunu, terör sorunu, etnik kimliklere ait sorunlar, türban sorunu ve diğerleri.

Kim ne derse desin, yukarıda saydığım dönem veya sorunlarla ilgili somut adımların atıldığı, kiminin tamamen gündemden çıkarıldığı, kiminin çözümünde mesafe alındığı dönem, bugün yıldönümünde olduğumuz 3 Kasım 2002 tarihinden sonrasıdır. 3-4 Aylık hükümetlerin aksine, siyasal istikrarı kendisine temel hedeflerden biri olarak alan AK Parti, sorunları miras bırakmama konusunda da ciddi bir irade ortaya koymuş; neredeyse kanıksanmış pekçok gündem maddesini, milletin talebini ve desteğini de arkasına alarak, ülkenin daha fazla taşımasının önüne geçmiştir.

3 Kasım 2002’den hemen sonra açıklanan ilk 6 aylık Acil Eylem Planı, ağırlıklı olarak altyapı ve ekonomi ile ilgili adımları içeriyordu. “Bölünmüş Yol” hamlesini herkes hatırlayacaktır. Bugünkü duruma bakıp dudak bükenler elbette olabilecektir ama yüksek enflasyon, 2002 öncesinde hayatımızın olağan seyri haline gelmişti ve onu tek haneye indirme başarısı da yine bu ilk dönemin ilk meyvelerindendi, tıpkı yüzde 4’leri görmüş faiz oranları da… İnternet ve iletişim altyapısı, hastane ve havaalanı adımları da yine 3 Kasım 2002 sonrasının stratejisi ve heyecanının meyveleridir.

Elbette ki kronikleşmiş olarak tabir ettiğimiz tüm sorunlara aynı takvimle müdahale edilmedi. Sözgelimi, “Türban sorunu” olarak yaftalanıp 28 Şubat’a bahane edilmiş konunun yasal zeminde çözümü, yukarıda bahsettiğimiz adımlardan sonradır fakat AK Parti iktidarıyla gelen değişim, toplumu bu sun’i tartışmadan kurtarmış ve rahatlatmıştır. Konunun gelecekte yeniden istismarını ve bir baskı aracı olmasını engelleyecek yasal düzenlemeler ise daha sonra gerçekleşmiştir. Buradaki asıl başarı, toplumun tüm kesimlerinin bu süreci sahiplenmesi, içselleştirmesi, bu konunun gündemden çıkması noktasında uzlaşmasıdır.

Siyasal istikrarsızlık ve koalisyonlar, cumhurbaşkanlığı seçimleri, deyim yerindeyse milli fobimizdi. 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimi 15. Turda tamamlanmıştı, 1980’deki ise Cumhurbaşkanlığı seçimi ise 5 ay 19 gün sürmüştü ve sonuç alınamamıştı. 367 krizi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin krize dönüştüğü son örnekti. Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki krizler ise ayrı bir başlıktı ki bunun da herhalde en son örneği, rahmetli Başbakan Bülent Ecevit ile Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer arasında yaşanan tartışmadır. Koalisyonlar ise ayrı istikrarsızlığımızı kat kat arttırıyordu. Geçmişte kurulmuş 19 koalisyon hükümetlerinin ömrünün kısalığı ve etkinliği bir yana, kurulma süreçleri de uzun pazarlıklara sahne oluyor, bu da ülkeye vakit kaybettiriyordu. Koalisyon ve siyasal istikrar sorunu da yukarıda anlattığımıza benzer bir takvimle aşıldı. Siyasi gücüyle, bir anlamda toplumu istikrara alıştıran AK Parti, oy potansiyeli açısından iktidar olmayla ilgili herhangi bir sıkıntısının olmadığı bir dönemde millet iradesine başvurdu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli’ne geçerek, koalisyon hükümetleri ve onun yanı sıra siyasi istikrarı tehdit eden pek çok unsuru, yasal düzenlemeyle devre dışı bıraktı.

3 Kasım 2002, batı ile ilişkilerimize de yeni bir bakış getirdi. IMF ve AB karşısında tek ayak üstünde duran bir Türkiye tablosundan, üreten ve üretiminin gücüyle tüm uluslararası kurumlar karşısında pozisyonunu güçlendiren; reddedebilen, tavrını ortaya koyabilen; kimseden icazet almadan sınırötesi operasyon yapabilen; tehditlere aldırış etmeden S-400 alabilen; Moskova’dan misafir kabul ederken kimin rahatsız olacağını umursamayan; Rusya-Ukrayna Savaşı’ndaki pozisyonunu özgürce belirleyebilen; Ayasofya’yı ibadete açarken İnsansız Hava Aracı üretimiyle, yazılım teknolojileriyle, yerli otomobil ve yerli savaş uçağı gibi projelerle, batıdan bağımsız, kendi değerleriyle barışık ve kendi modernleşme hikayesini yazabilen bir Türkiye tablosuna evrildi.

Sorun çözen ve sorunları geleceğe miras bırakmamayı önceleyen bu yaklaşım, elbette ki terör ve terör özelinde PKK meselesinde de kendini gösterdi. 2009’daki Demokratik Açılım söyleminden itibaren bugüne kadar, politikadan silahlı mücadeleye kadar ortaya koyulan tüm süreçler ve tavırlar, 2002 öncesinden açık ara öndedir, stratejik ve sosyolojik zemini daha sağlamdır. PKK’nın bugün ülke içindeki etkisizliği ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun gerek üretimde, gerek turizmde, gerek fiziki altyapıda, gerekse sosyal hayatın hareketliliğinde gösterdiği gelişim, zaman zaman aksamalar ve istenmeyen sapmalar olsa bile bu sürecin sonuç verdiğini göstermektedir.

Bugün için PKK, -yurt içi ve sınırımızın hemen ötesindeki yapısını dikkate alırsak- yerden alınıp sırtımıza saplanmaya hazır bir hançer gibidir. Yerde duruyor ve eskisi kadar tehlikeli değil diyerek gözardı edemeyiz. Ortadoğu konjonktürünün bugünkü görüntüsü, birilerinin o hançeri yerden alıp yeniden sırtımıza saplamaya çalışabileceğini ihtimal dahiline almaktadır. koyulan söylemler, herkes açısından farklı değerlendirilebilir ancak batı bu hançerini elinden düşürmüşken onu tamamen yok etmek bahasına, gündelik söylem tartışmalarından sıyrılmak; Cumhurbaşkanımızın grup toplantısında ifade ettiği gibi “mazrufa odaklanmak” ve bu iradeye destek vermek, bunu yaparken de sapla samanı ayırabilmek, etnik köken farklılıklarını -tam da PKK’nın istediği gibi- bu mücadelenin konusu yapmamak, PKK’yı, sosyal alan sızmalarından söküp atabilmek, bu sorunun gelecek nesillerin gündeminden çıkabilmesi ve Türkiye Yüzyılı idealinin gerçekleşmesi açısından elzemdir.

Şunu da ifade etmek gerekir ki bu meselede sivil siyasetin vereceği sınav çok önemlidir. 6-7 Ekim olaylarında, PKK’nın tarihindeki bu en büyük stratejik hatasına payanda olmaktan kendilerini sıyıramayanlar, FETÖ’ün en büyük stratejik hatası olan Gezi ve 15 Temmuz’dan kendini ayrıştıramayanlar, yeni bir hatada birleşmemeli, aynı potada erimekten kaçınmalıdır. PKK bu haliyle, uçurumdan yuvarlanırken yanına birilerini çekiyormuş gibi, siyasetin bazı aktörlerine el uzatmıştır; bu el acilen, muhatapları tarafından itilmelidir.

Türkiye’de 3 Kasım 2002’den bugüne kadar pek çok kronik sorun çözüldü, pek çok gündem tartışması kapandı gitti. Bunun yanı sıra, küresel veya bölgesel konjonktürün ürettiği yeni paradigmalar, yeni dengeler, de yönetildi, yönetilmeye devam ediyor. Elbette ki kendi içimizden türeyen sorunlar da var, bunlarla da mücadele ediyoruz. Göç, yeni uyuşturucu rotaları, organize suçlar, asayiş gibi güvenlik başlıklarında yeni gelişmeler ve yeni eğilimler ortaya çıkıyor. Türkiye bunların tamamına ait şüphesiz yeni kapasiteler üretiyor, yeni siyasi iradeler ortaya koyuyor. Geçmişe dair tecrübemizin yüksekliği, güvenlik kurumlarımızın kapasitesinin büyüklüğü ve Türkiye’nin gelişmişlik seviyesi, bu soruları çözme ve yönetme konusunda elimizi güçlendiriyor. Türkiye artık, polis araçlarına ancak günlük ancak 5 litre benzin istihkakı verebilen Türkiye değil. Dolayısıyla, haber bültenlerindeki üzücü ve kabul edilemez asayiş olaylarına bakarak geleceğimizi tümden sınıfta bırakmak, başarılarımızı ve gücümüzü yok saymak, hepsinden önemlisi umudu sıfırlamaya çalışmak, doğru bir yaklaşım değildir.

Belki farklı bir başlık olacak ama 3 Kasım 2002, siyasetin iç dengelerini de değiştirmiştir. 22 yıllık bu dönem, 'Hakimiyet kayıtsız şartsız Milletindir’in gerçek anlamda hayata geçirildiği, siyasetin ve millet iradesinin tartışmaya kapandığı bir dönem olmuştur. İçeride ve dışarda, buna alışamayanlar elbette ki olmuştur ve olmaya devam edecektir. Bu değişim, partilerin iç disiplini üzerinde de etkili olmuştur. Yerel siyaset eskisinden daha da güçlenmiş, vatandaşın talep ve beklentileri, siyasetin üst kademelerine daha hızlı tesir etmiştir.

Bu değişimi anlayamayan, yerel siyaseti kendi oyun alanı ve kendi nüfuz bölgesi olarak gören, 'ilişkiler'den başka güç tanımayan o eski siyasetten başka bir paradigmadan anlamayan siyaset aktörleri, elbette ki her dönemde olduğu gibi bu dönemde de mevcuttur. Ancak unutulmamalıdır ki şehirlerde ve ilçelerde elde edilen kısa vadeli pozisyonların hiçbiri kalıcı değildir ve genel siyaset açısından millette bir karşılığı yoktur. Millet, şehirde kimin nereye atandığına, kimin, kimin adamı olduğuna” değil; orada hangi eserin bırakıldığına, hangi esere , hangi siyasi söylemin seslendirildiğine, siyasi duruşuna, tavrına, iletişimine bakar, hükmünü ona göre verir; faturayı da sadece yereldeki temsilcisine değil, partinin tamamına keser.

Bugün 22 yaşına giren AK Parti’nin iktidar serüveni, elbette ki pek çok açıdan değerlendirilebilir ve farklı açılardan tahlil edilebilir. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz karakteri ise, sorunları geleceğe miras bırakmama anlayışıyla ilgilidir. AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan, 3 Kasım 2002’den itibaren 22 yıl boyunca cesur adımlar atmıştır ve bunu çoğu zaman ciddi siyasi riskler alarak, tepkilere göğüs gererek atmıştır. Bugün yine böyle bir adımın, muhtemelen de “son kronik sorunumuzu” tamamen gündemden çıkarmanın arefesindeyiz. Bu adıma destek vermek ve bunu başarmak, sadece iktidara ait değil, hepimize ait, geleceğimize karşı bir sorumluluktur.

Son mesajımız da kuruluşundan bugüne içinde olduğum AK Parti ailesinedir.

Gündelik hiçbir tartışmadan, hiçbir olumsuz gelişmeden, hiçbir tepkiden moralimizi bozup da geleceğe siyah gözlüklerle bakmamalıyız. 3 Kasım 2002’de iktidarı devraldığımız günde bu ülkenin gündemi, konjonktürü, imkânları, bugünle kıyaslanamayacak kadar kötüydü. Bütün bunları aştık, Türkiye’yi dünle kıyaslanamayacak bir güce ve gelişmişlik seviyesine ulaştırdık. Bugün yaşadığımız gündelik sorunlar ve küresel konjonktürün getirdiği problemleri de aşarız ama elbette ki doğruları yaparsak. Yerel siyasetten ülke siyasetine kadar, söylemlerimizle, insan tercihlerimizle, gerçekleştireceğimiz politika ve projelerde verimliliği ve milletin onayını gözetmeli, doğru tesbitlerle doğru adımları atabilmeliyiz. Aynı davranışlarla farklı sonuç bekleyemeyiz. Siyasetin doğruları da, yönetim biliminin doğruları da bellidir. Bunların ışığında kendimize ait doğru bir muhasebe yapar ve buna göre adım atarsak, yeni bir 3 Kasım efsanesi uzakta değildir.

Üstelik 22 yıl daha tecrübeli, 22 yıl daha güçlüyüz. Namık Kemal’in dediği gibi,

“Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır”

Nice 22 yıllara."