Dr. Mehmet Rakipoğlu
Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü
Suudi Arabistan ve İran, 10 Mart günü, Pekin’de 4 saat süren görüşmelerin ardından diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edileceğini duyurdu. İmzalanan anlaşmaya göre iki ay içerisinde büyükelçiliklerinin yeniden açılması ve 1998 ile 2001’de imzalanan güvenlik ve iş birliği anlaşmalarının yeniden aktife edilmesi planlanıyor. 7 yıl ve 5 tur süren müzakere sürecinde Irak ve Umman’ın ciddi rolü olsa da Çin, bu normalleşmeye ev sahipliği yaptı. Bu gelişme, küresel ve bölgesel siyaset açısından birçok mesaj taşıyor.
ÇİN’İN YÜKSELİŞİ
Bölgenin geleneksel anlamda en önemli güçlerinden olan İran ve Suudi Arabistan’ın, Çin’in arabuluculuğunda ilişkilerini normalleştirmesi, küresel siyaset anlamında önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Birçok akademisyenin de ifade ettiği gibi Çin’in bu süreçte aktif rol oynaması, uzun süredir tartışılan Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) hegemonik pozisyonuna bir meydan okuma olarak görülebilir. Batı’daki prestijli dergilerin normalleşmeye dair yayımladıkları yazıların ezici çoğunluğu, süreci Çin’in Orta Doğu’da artan rolü ile ilişkilendiriyor. Diğer bir ifade ile ABD’nin Orta Doğu’da ‘düzen kurucu rolü’ üstlendiği miti, İran-Suudi Arabistan normalleşmesinin Pekin arabuluculuğunda gerçekleşmesi ile sarsıldı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres başta olmak üzere birçok önemli uluslararası kurum, bürokrat ve siyasetçinin normalleşme sürecinde Pekin’in rolünü takdir edici açıklamaları da Çin’in Orta Doğu’daki yükselişine işaret ediyor.
Öte yandan, İran-Suudi Arabistan normalleşmesi Riyad’ın Washington ile yaşadığı kronik problemler sürecine denk geldi. ABD Başkanı Joe Biden’ın, petrol fiyatlarının Rusya’nın aleyhine değiştirilmesi adına Suudi Arabistan’ı ikna için yaptığı ziyarete rağmen Muhammed bin Selman’ın Moskova ile iş birliğini sürdürmesi, ABD-Suudi Arabistan arasındaki ortaklığın sorgulanmasına yol açmıştı. Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok ABD ‘müttefiki’, dış politikada Washington’a tamamen bağımlı bir vizyondan ABD ile iş birliğini devam ettirip, Çin-Rusya-Hindistan-Fransa-İngiltere gibi Ortadoğu’da nüfuz artıran aktörlerle de yakınlaşmak istiyor. Bu durum, ABD ‘müttefikleri’ arasında bir örüntü haline geldiğini ve Çin’in Ortadoğu’da yükseldiğini ispatlıyor. Birçok analist, Pekin’in Orta Doğu’da yeni bir bölgesel düzen tahayyül ettiğini ve bu süreçte dengeli-temkinli bir siyaset izleyerek süreci oldukça akıllıca yürüttüğünü ifade ediyor. Başta Çin Devlet Başkanı Şi Jinping’in yaptığı açıklamalar dahil olmak üzere Pekin’in bölge siyaseti, çatışma alanlarında barış yapıcı bir rolü üstlendiğini gösteriyor.
ÇATIŞMALI REKABET ALANLARI ETKİLENİR Mİ?
Normalleşmenin tatbik edilmesi ile Ortadoğu ölçeğinde birçok noktada güç dengeleri yeniden şekillenebilir. Bu noktaların başında Yemen geliyor. Suudi Arabistan açısından Yemen dosyası ‘onurlu çıkış’ ile sonlandırılması planlanan bir dosya. Muhammed bin Selman, Yemen’deki askeri operasyonu ‘başarı’ ile sonlandırmak istiyor. Her ne kadar askeri olarak Husilere karşı hedeflenen başarı elde edilememiş olsa da Husilerin destekçisi İran ile normalleşme, Yemen’deki süreci doğrudan etkileyebilir. İkinci olarak normalleşme Lübnan bağlamındaki rekabetin yoğunluğunu azaltabilir. Bu anlamda 1989'da imzalanan Taif Anlaşması’nın revize edilip imzalanması veya farklı formüllerde diplomatik anlaşmaların gündeme gelmesi beklenebilir. Üçüncü olarak, Suriye’deki iç savaşın sonlandırılmasına katkı sağlayabilir. Bu anlamda son dönemde Esed rejimi ile Arap sokağı arasında yaşanan diplomatik hareketlilik de bölgedeki güç dengelerini değiştirebilir. Rejimin Arap Birliği’ne geri kabulü ve Arap ülkeleriyle normalleşmesi ittifak yapılanmalarını yeniden şekillendirebilir.
İSRAİL RAHATSIZ
Yemen, Lübnan ve Suriye’de güç dengelerini değiştirebilme potansiyeline sahip bu normalleşme süreci en çok İsrail’i rahatsız ediyor. Başta Başbakan Netanyahu’nun açıklamaları olmak üzere birçok ifade, İsrail bürokrasisinin ve siyasetinin İran-Suudi Arabistan normalleşmesinden ciddi anlamda rahatsız olduğunu kanıtlıyor. Nitekim mezkûr üç ülkedeki istikrarsızlık, kaos ve çatışma hali, Tel Aviv’in stratejik çıkarlarına doğrudan hizmet ediyor. Bu anlamda normalleşme, İsrail ölçeğinde en az üç noktayı etkiliyor: Birinci nokta; İsrail iç siyaseti. Nitekim bu süreç, istikrarsızlıkla özdeşleşen İsrail iç siyasetindeki tartışmaları artırdı. Bu anlamda eski Başbakan Naftali Bennett, normalleşmenin Netanyahu hükümetinin başarısızlığı sebebiyle gerçekleştiğini ifade etti. İkinci nokta; İsrail’in uluslararası ilişkileri ve ABD ile ilişkiler. Nitekim normalleşme Tel Aviv-Washington hattında kırılmalar meydana getirdi. Netanyahu hükümetindeki isimler normalleşmeyi ABD’nin başarısızlığı ile ilişkilendirdi. Üçüncü nokta; Orta Doğu siyaseti. Bu anlamda İsrail, Arap ülkeleri ile İran karşıtı cephe kurmaya çalışırken Riyad, Tahran ile yakınlaştı. Dolayısıyla Tel Aviv’in İran karşıtı bloku potansiyel güç kaybı yaşadı. İsrail, İran karşıtı cepheyi güçlendirmeye çalışırken Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın Tahran ile ilişkilerini normalleştirmesi de Tel Aviv’in inşa etmeye çalıştığı blok siyasetini olumsuz etkiledi. Her ne kadar İsrail, İran uzmanı ve İran’a karşı sert politikalar uygulanma yanlısı General Eyal Zamir’i güvenlik bürokrasisinde önemli bir makama getirerek karşı cevap üretse de Tel Aviv’in aleyhine bir güç dengesi oluştuğu iddia edilebilir. Ayrıca Tahran ile diplomatik ilişkileri yeniden tesis eden Suudi Arabistan’ın da bütün olumlu sinyallere rağmen İsrail ile normalleşme örüntüsüne kısa vadede katılmayacağı tahmini yapılabilir. Sonuç olarak İran-Suudi Arabistan normalleşmesi gerek uluslararası siyaset gerekse Orta Doğu siyaseti açısından yeni bir denklemi ortaya çıkarıyor. Bu denklemde Çin’in uluslararası prestiji ve Orta Doğu’daki rolü artıyor. Benzer şekilde bölgedeki güç dengeleri ve ittifak yapılanmaları da yeniden şekilleniyor ve İsrail’in talep etmediği bir denklem ortaya çıkıyor.