Abdulkadir Aksöz - Doktora Adayı, İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Son yıllarda dünya siyasetinde yaşanan köklü dönüşümler, popülizmi hem bir siyasal strateji hem de toplumsal bir fenomen olarak yeniden tartışma gündemine taşıyor. Avrupa ve Amerika’daki siyasal hareketlerin şekillenmesinde önemli bir rol oynayan popülist söylemler, artık yalnızca marjinal değil, ana akım siyaset üzerindeki etkilerini de giderek artırmaktadır. Nitekim siyasal çözüm arayışlarının ve sorgulamalarının belli bir potada eritilerek popülist meşruiyet dikotomisine hapsedilmesi söylemsel bir stratejiden de öteye geçerek bir siyasal pratik doğrultusunda kimlik kazandı. Sağ ve sol karşıtlığının evrimleşmesiyle varlığı yeniden ama daha güçlü bir şekilde ayyuka çıkarılan popülist moment, ciddi bir arz-talep ilişkiselliğinin ürünü gibi durmaktadır.
DEMOKRASİ İNANCI SOĞUDU
Sağ ve sol arasındaki ideolojik ayrışmanın yıllar sonra ortaya çıkardığı kokuşmuşluk klasik ve/veya merkez olarak nitelendirebileceğimiz hareketlerin demokratik seçimlerdeki başarı oranını ciddi bir şekilde etkilemiş buna karşın daha radikal çözüm önerilerine sahip siyasal hareketlerin kademeli yükselişine ortam hazırlamıştır. Nitekim bugün liderler bazında karşımıza çıkan ilk nitelendirmelerden biri hiç şüphesiz “popülist”tir. Dolayısıyla sosyalist lider, sosyal demokrat hareket yahut muhafazakar önder değil popülistlik ön planda değerlendiriliyor. Böylesi bir durumda popülizmin -bir nitelemenin çok ötesinde- siyasal olanın akışını doğrudan etkileyen gezici bir kimliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bugünkü siyasal düzlemde otoriter popülizmden sol popülizme uzanan akışkan yelpaze, dünyanın demokrasi ile yaşadığı bunalımın açık bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Halklar üzerindeki demokrasi inancının yitirildiğine ilişkin tezler, popülist damarın neşvünema etmesine temel neden olarak gösterilmektedir. Öyleyse demokrasi inancının soğuması, siyasal yorgunluk ve bunalıma götüren silsile nerede(n) başlamıştır?
“UNUTULMUŞ AMERİKALILAR”
Avrupa ve Amerika’da baş gösteren kitlesel korku, demokrasi nefretini beraberinde getiriyor. Korku bir virüs gibi hızla yayılırken diğer yanda tolerans seviyesi düşük, endişe ve panik odaklı örtük zihinlerin toplumları mobilize etmeye başladığı, devletlerin giderek içe kapanmalarını destekleyen senaryoların yazıldığı bir sürece girildi. İnsan hakları, cinsiyet eşitsizliği, ırkçılık, kişisel özgürlükler, göç ve mülteci hareketleri ve ekonomik türbülanslar şiddetli bir popülizmi meydanlara taşıdı. Neresinden tutulursa tutulsun popülizmin en büyük temsilcisi/yansıması Donald Trump’a havale edilmekte, hatta popülizm Trumpizm başlığı altında yeni bir okumaya yönlendirilmektedir. Trump’a atfedilen popülist kimlik daha çok neoliberal dünyanın ihtiyacı olan otoriter muhafazakarlığa yeni bir takviye şeklinde değerlendirilebilir. Amerika’da Trump’ın gölgesinde büyütülen popülizm kötücül bir imaj çizerken Bernie Sanders gibi kendini ‘‘sosyalist demokrat’’ ve sol içinde bulan popülizm daha iyimser bir imaja sahip gösteriliyor. Avrupa’da da durum pek farklı değil. İspanya’da Podemos, Yunanistan’da Syriza sol popülist; Fransa’da Marine Le Pen ve Hollanda’da Geert Wilder sağ popülist şeklinde lanse ediliyor.
Şurası bir gerçek ki, Donald Trump’ın siyasi başarısı, popülizmin yalnızca toplumsal rahatsızlıkları dile getirmekle kalmayıp bu rahatsızlıkları güç kazanmak için nasıl etkili bir şekilde mobilize edebildiğini göstermektedir. Trump, geniş halk kesimlerinin ekonomik ve kültürel kaygılarını “unutulmuş Amerikalılar” retoriğiyle sahiplenerek, elitlere ve küresel düzene meydan okuyan bir lider profili çizmiştir. Yeniden seçilmesi, bu stratejinin yalnızca Amerika’da değil, dünya genelinde popülist hareketlerin güçlenmesi ve ana akım siyasetin daha da marjinalleşmesi için bir katalizör haline gelebilir. Trump’ın siyaset anlayışı, geleneksel politika yapma biçimlerini tersyüz ederken, popülist söylemin halkın öfke ve güvensizliğini bir siyasi araç olarak nasıl başarıyla kullandığını da ortaya koymaktadır.
KAÇIŞ PLANI
İsimler ve ülkeler bir kenara bırakıldığında ortaya çıkan tablo dünyanın popülist retoriğe hapsedildiğini gözler önüne sermektedir. Retoriğin insanlar üzerindeki temel yansıması korku ve çekimserlik üzerinden şekilleniyorsa siyasal olanın eskisinden daha fazla ‘Hobbes’çu bir geleneğe yuvarlandığını tespit etmek zor değil. Demokrasi yorgunluğundan daha ziyade bir soğumanın varlığı aşikardır ve bu soğuma kitlesel düzlemde sıfır toplamlı hayatta kalma mücadelesine bağlanabilir. Gücünü kaybetmek istemeyenler ile güç elde etmek için çabalayanlar siyasalın kıyı bucaktan beslenmesine ses çıkarmamaktadır. Bu durum bir bakıma anlaşılabilir olsa da meşru düzlemde popülizmin bir siyasi momentin ötesine geçirilerek siyasal bir kurucu role büründürülmesi dikkat çekicidir. Popülist liderler dışlanmak bir yana geleneksel sağ ve sol seçmen kitlelerinden destek alıyorlar. Netice itibarıyla popülist dalganın yerleşik elitler ve parti mekanizmaları tarafından hem desteklendiği hem de güçlendirildiği sonucu çıkmaktadır.
Nihayetinde popülizm demokrasiden soğuyan kitleler için alternatif bir rahatlama veya bir kaçış planı şeklinde sunulurken korku psikolojisi radikal ve keskin adımların atılmasını hızlandırmaktır. Demokrasinin artık bir çözüm yolu olup olmadığına ilişkin muallak cevaplar popülizm aracılığıyla dizginlenmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla bugün içinde bulunduğumuz popülist siyaset anlayışı, yıkıcı güçler karşısında korku endoktrine eden ama aynı anda çözümün de yine kendi elinde bulunduğunu iddia eden bir anlayıştır. Günümüz dünyasını açıklarken temel kavram olarak popülizmin kullanılması aslında sağ ve sol düşünce akımlarının siyasal alana eskisi gibi nüfuz edememelerinde aranmalıdır. Bu sebeple kendilerini sol popülist ve sağ popülist olarak niteliyorlar. Dolayısıyla geleneksel merkez sağ ve solun daha kıyılara yaklaştığı ve sığ popülizm içerisine hapsolduğu görülmektedir. Son olarak devletlerüstü sorunların büyüdüğü, sosyo-ekonomik korku ve endişelerin arttığı bir dünyada, demokrasiden soğuyan toplumların siyasalın kıyısında kalmış popülizmi yeniden canlandırması ve onu siyasalın merkezine hatta kurucu bir merkezi role taşıması, kronik bir seçim zaferinden öte toplumsal anlamda büyük değişimlerin habercisidir.