İsrail’in saldırganlığı Arap rejimlerinin suskunluğu

Arap ülkelerinin Filistin davasında büründükleri anlamsız sessizliğin hissettikleri rejim güvenliğine yönelik tehditler ile yakından alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkeler için İsrail ve İsrail’in yayılmacı politikası artık tehdit olmaktan çıkmış bulunuyor. Bu rejimler kısaca, İsrail’e, “bizim vatandaşlarımızı da öfkeye gark edecek çok fazla gürültü çıkarmadan işini hallet” diye mesaj gönderiyorlar.

Haber Merkezi
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid Al Nahyan ve Bahreyn Dışişleri Bakanı Abdullatif bin Raşid ez-Zeyani ve dönemin ABD Başkanı Donald Trump

DR. NECMETTİN ACAR - MARDİN ARTUKLU ÜNİVERSİTESİ

Yine bir Ramazan ayında Filistin’den üzüntü verici şiddet olaylarına şahitlik ediyoruz. İsrail’in adım adım uygulamaya koyduğu işgal politikaları bölgede gerilimin dozunu her geçen gün yükseltiyor. Mescid-i Aksa’da ibadet eden insanlar, evlerinde uyuyan Gazzeli çocuklar, Şeyh Cerrah mahallesinde evlerini Yahudi yerleşimcilere vermek istemeyen Filistinliler… hasılı İsrail’in elinin yettiği her yerdeki mazlum ve masum insanlar ölçüsüz bir şiddete maruz kalıyor.

Peki, İsrail, masum sivillere yönelik bu pervasızlığı ve hukuk tanımazlığı icra edecek cesareti nereden alıyor? Bu soruya cevaben, başta ABD olmak üzere uluslararası arenada elde ettiği güçlü desteğin İsrail’i bu saldırgan politikaları uygulama konusunda cesaretlendirdiği söylenebilir. Böyle bir cevap doğrudur da. Ancak tüm bu olup bitenleri uluslararası aktörlerin İsrail yanlısı tutumuna bağlarsak meseleyi tüm boyutları ile analiz etmiş olmayız.

IRAK’IN İŞGALİYLE BAŞLAYAN SÜREÇ

Kanaatimce, uluslararası arenadaki güçlü desteğe ilaveten, İsrail’i, bölge genelinde saldırgan ve hukuk tanımaz bir politikaya sevk eden en önemli iki husus bulunmakta; bölgesel güvenlik denkleminin son dönemde radikal bir biçimde değişmiş olması ve Arap dünyasında başlayan İsrail’le normalleşme adımları. Bu iki konu anlaşılmadan İsrail’in bugünkü saldırganlığını ve gelecekte olabilecek benzer olayları anlamak ve analiz etmek mümkün olmayacaktır.

İlk olarak; Orta Doğu bölgesel güvenlik mimarisindeki köklü dönüşümlerin başlangıcını ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgaline kadar götürebiliriz. Bölgenin en önemli aktörlerinden olan Irak, işgal sürecini takip eden dönemde içine düştüğü/düşürüldüğü iç savaş, etnik ve mezhepsel gerilimler ile bölgesel güç denkleminden çekilmiştir/çıkarılmıştır. 2010 yılında başlayan Arap Baharı süreci ile birlikte Suriye’nin uzun sürecek bir iç savaşa sürüklenmesi ve Mısır’ın istikrarsızlaştırılması ile bölge güvenlik mimarisindeki radikal değişim tamamlanmış oldu. Irak’ın işgal edilerek siyasi ve jeopolitik olarak parçalanmasına, Suriye’deki huzursuzlukların derinleştirilerek ülkenin iç savaşla zayıflatılmasına ve Mısır’ın istikrarsızlaştırılmasına hizmet eden küresel ve bölgesel aktörler bilerek veya bilmeyerek Orta Doğu bölgesinde İsrail’in saldırgan politikalarının önünü açmış oldular. Buna Lübnan ve Ürdün’ün ekonomik ve siyasi olarak zayıflatılması da ilave edilebilir.

Bölgesel güç denklemi açısından bakıldığında askeri/ekonomik/demografik/jeopolitik açıdan İsrail’i durdurabilme en azından sınırlandırabilme kabiliyetine sahip Mısır, Suriye ve Irak gibi önemli bölge ülkelerinin bu kabiliyeti kaybettiği görülüyor. İçinde bulunulduğumuz dönemde sayılan ülkelerdeki rejimler için en önemli gündem maddesi içerideki istikrarsızlıklardır. Hatta bu rejimler İsrail’le çatışmak şöyle dursun iç istikrarlarını sağlayabilmek için işbirliği yapmak zorunda kalmaktadırlar. Örneğin Mısır, Sina bölgesindeki güvenlik tehditleri ile mücadele edebilmek için İsrail’in askeri desteğine, Suriye içeride rejime yönelik isyan girişimlerini engellemek için İsrail’in işbirliğine muhtaç hale geldi. Benzer şekilde Irak iç siyasetindeki önemli aktörlerin İsrail ile yakın ilişkilerinin bulunduğu bir sır değil. Her üç ülke de uzun yıllar Filistin meselesinin ve Filistinlilerin savunuculuğunu yapmıştı. Bunda, sayılan ülkelerin Filistin’e olan coğrafi, siyasi ve kültürel yakınlıklarının etkisi büyüktür.

‘NORMALLEŞME’ POLİTİKALARININ ETKİSİ

İkinci olarak; bölgenin son on beş yılda yaşadığı alt üst oluşlara rağmen zayıflamayarak zinde kalmayı başarmış önemli aktörleri olan başta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinin İsrail’le normalleşme politikaları, İsrail’in saldırgan politikaları için tüm Arap yarımadasından İsrail’e yönelik etkili bir destek olarak yansıdı.

ABD Başkanı Donald Trump döneminde, Trump ve damadı Jared Kushner’in kişisel çabaları ile geliştirilen “Yüzyılın Barışı” planı temelde, İsrail’in kurmayı hayal ettiği Büyük İsrail projesinin “diplomatik üsluba” da uyularak ete kemiğe bürünmüş bir haliydi. BAE, Bahreyn, Sudan gibi bölge ülkeleri bu plana açıktan, Suudi Arabistan ise kapalı kapılar arkasında diplomatik ve ekonomik destek verdiler. Neticede 2020 yılı ortalarından itibaren BAE, Bahreyn ve Sudan gibi ülkelerin İsrail’le normalleşmelerine tanık olduk. Joe Biden dönemi başladığında bölge ülkeleri İsrail’le yatırım, turizm, alt yapı, ulaşım gibi alanlarda önemli anlaşmaları imzalamaya başlamışlardı bile.

BAE’DEN İŞGALCİYE DESTEK

BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Sudan gibi ülkelerin İsrail’i durdurabilecek en azından sınırlayabilecek askeri/demografik/jeopolitik imkanlarının olmadığı bilinen bir gerçek. Ancak sayılan ülkelerin İsrail’le normalleşmesi İsrail’in işgal ve genişleme politikalarına bölgesel ve küresel düzeyde önemli bir hukuksal meşruiyet kazandırdı. Özellikle kendisini Mekke ve Medine gibi iki kutsal mekanın “hadimi” olarak isimlendiren Suudi yönetiminin kapalı kapılar arkasından İsrail’le yakın ilişkiler geliştirmesi İsrail’e önemli bir diplomatik ve psikolojik avantaj sağladı.

Irak, Suriye ve Mısır’ın zayıflatılmasıyla önündeki askeri/jeopolitik/demografik engellerden kurtulan İsrail, Körfez ülkeleri ile normalleşerek gelecekte geliştireceği saldırgan politikaların önündeki diplomatik ve psikolojik engellerden de kurtulmuş oldu. Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak şunu söyleyebiliriz ki reel politik açıdan bölgede İsrail’i durdurabilecek ya da sınırlandırabilecek herhangi bir bölgesel güç kalmamış durumda. Başta Filistinliler olmak üzere Arap toplumunun ve İslam dünyasının haklı ve gittikçe büyüyen öfkesinin ise, bölgesel güç denkleminde yaşanan köklü değişimler ve Körfez ülkelerinin İsrail’le normalleşme politikaları sebebiyle, İsrail üzerindeki tesiri oldukça sınırlı kalacaktır.

KÖRFEZ’İN DEĞİŞEN GÜVENLİK ALGISI

Burada başta Suudi Arabistan olmak üzere BAE, Bahreyn gibi ülkelerin İsrail’in saldırgan politikaları karşısında takındıkları sessiz tutum dikkati celbeden diğer bir husustur. Geçmişte “Filistin davası”, “Arap ve İslam davalarına bağlılık” gibi önemli ilkeleri dış politikalarının odağına yerleştiren bu ülkeler ne oldu da son yıllarda Filistin meselesine arkalarını dönme pahasına İsrail’le normalleşmeyi tercih ettiler?

Bu sorunun cevabı sayılan ülkelerin algıladıkları güvenlik tehditleri ile yakından alakalıdır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki son on beş yıldan itibaren Arap dünyasının önemli ülkelerinin tehdit algısı İsrail’le önemli ölçüde benzeşmekte. Bugün bazı Arap başkentlerinde İsrail’i kınayan, saldırıları derhal durdurmaya çağıran beyanatlar duyuyoruz. Ancak şunu da biliyoruz ki sayılan Arap ülkeleri çoğu zaman açık ve kapalı platformlarda tıpkı ABD’nin takındığı tavır gibi “İsrail’in kendini savunma hakkı”ndan söz ediyorlar. Örneğin 2006 yılında İsrail-Hizbullah savaşında Mısır cumhurbaşkanı Mübarek, Hizbullah’ı “bölgeyi maceralara sürüklemekle”, dönemin Suud Kralı Abdullah da “sorumsuz maceraperestlikle” suçlamıştı. Benzer şekilde İsrail’in 2009 yılında düzenlediği saldırılar sırasında aynı aktörler Hamas’ı bölgede gerilimi tırmandırmakla suçladılar. Bundan üç yıl önce Mayıs 2018 tarihinde İsrail, Suriye ve Irak’ta İran hedeflerine yönelik saldırlar düzenlediğinde Bahreyn Dışişleri Bakanı Şeyh Halid bin Ahmed el Halife, “İran bölgedeki statükoyu ihlal, diğer ülkeleri işgal ettiği sürece bölgedeki her ülke- buna İsrail de dahil- tehlike kaynaklarını yok ederek kendini savunma hakkına sahiptir” ifadeleriyle İsrail’in bu operasyonlarının haklı olduğunu savunmuştu. Bugün Filistin’de yaşanan İsrail kaynaklı şiddet ve saldırganlık karşısında çoğu Arap yöneticinin doğrudan veya dolaylı kanallar üzerinden Filistinlileri suçladığını okuyoruz, işitiyoruz.

KORKULARI ARAP SOKAĞI

Arap ülkelerinin Filistin davasında büründükleri anlamsız sessizliğin hissettikleri rejim güvenliğine yönelik tehditlerle ile yakından alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu ülkeler için İsrail ve İsrail’in yayılmacı politikası artık tehdit olmaktan çıkmış bulunuyor. Hatta bu ülkeler kendi rejimlerini korumak için İsrail’le yakın işbirliği geliştirme konusunda çok hevesliler. Bu ülkeler için asıl tehdit reform talep eden Arap halklarıdır. Filistinli gençler sapanlarla İsrail askerlerine taş attıklarında, bu taşlar en çok statükocu Arap rejimlerini yaralıyor. Bu rejimler için, İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı şiddet, sadece, bölge genelindeki Arap halklarında kendi rejimlerine yönelik bir öfkeye sebep olabileceği için sakıncalıdır. Bu rejimler kısaca, İsrail’e, “bizim vatandaşlarımızı da öfkeye gark edecek çok fazla gürültü çıkarmadan işini hallet” diye mesaj gönderiyorlar. İşgale, istilaya, sömürüye ve hukuksuzluğa karşı değiller sadece gösterilerin domino etkisi yaparak kendi ülkelerine sıçramasında korkuyorlar.