Dr. Zaher Albaik - Filistinli Gazeteci - Yazar
Aksa Tufanı operasyonu, Hamas’ın askeri kolu El Kassam Tugayları’nın; Gazze çevresindeki bölgelere aniden sızması, İsrail askerleri ve yerleşimcilerin esir alınması ve etkisiz hale getirilmesi, Tel Aviv gibi İsrail işgali altındaki diğer bölgelerin füze yağmurları ile vurulması stratejik bir sürpriz olmakla kalmadı aynı zamanda İsrail’in açık bir istihbarat eksikliği olduğunu ortaya koydu. Operasyonu bu bakımdan Filistin direniş gruplarının askeri eylem düzeyindeki temel bir dönüşümü şeklinde okuyabiliriz.
BİR VİZYONSUZLUK HİKAYESİ
İsrail’in ise şu ana kadar ne istediğini bilmediğini söylenebiliriz. İster 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonunda olsun, isterse de Gazze’ye yönelik açtıkları savaşta hedeflerine ulaşamamaktan dolayı korkunç bir stratejik yenilgiye uğradıkları konusunda İsrailliler arasında da bir görüş birliği vardır. Yaşadıkları bu hezimet, Aksa Tufanı operasyonuna İsrail’in verdiği karşılık ile de sınırlı olmayan, olayların gidişatında stratejik bir değişiklik gerektirdiğini işaret etmektedir. Ancak bu stratejik değişimin mahiyeti veya bunun nasıl başarılacağına dair hiçbir açıklama yapılmamıştır. Bu, işgalci gücün vizyonunu tam olarak geliştirmediğinin bir göstergesidir ve bu konu, bölgesel ve küresel siyasi durumun karmaşıklığıyla ve etkisi yalnızca bununla sınırlı kalmayacak olan bu zorluklar ışığında aradan geçen 4 aya rağmen İsrail’in hedeflerini hayata geçirebilme becerisiyle bağlantılıdır.
Ünlü İsrailli araştırmacı Tamir Hayman, savaşın ilk günlerinde Aksa Tufanı’nın oluşturduğu mevcut durumun stratejik bir dönüm noktası olduğunu yazmış ve dolayısıyla savaşın sonunda Gazze realitesinde köklü bir değişim olması ve bu değişimin şu üç temele dayanması gerektiğine dikkat çekmişti:
İsrail›in Gazze Şeridi›yle ilişkilerinde Hamas başrolde kalmamalıdır.
Hamas’ın askeri yetenekleri olduğu gibi bırakılmamalıdır.
Gazze Şeridi’ndeki serbest bırakılmış tutuklular tekrar tutuklanmalıdır.
Bu stratejik hedeflerin tümü başarısız oldu. Şu aşamada İsrail’in açıklamaları ve analizlerini takip eden herkes İsrail’in, bu değişimi nasıl gerçekleştireceği ve şu ana kadar hiçbir sonuca ulaşılamayan savaşın hedeflerine nasıl ulaşacağı konusunda net bir vizyona sahip olmadığını görecektir.
YENİLMEZLİK MİTİ YERLE BİR OLDU
Aksa Tufanı operasyonu, İsrail mitinin özüne ve Arapların zihinlerinde ve ruhlarında örülmüş olan demir duvarlara dokunduğu gibi, İsrail teknolojisi, güvenlik ve askeri sanayilerine üstünlük sağlayarak kendisini göstermiştir. Bu durum İsrail için varoluşsal bir tehdidi temsil ediyor ve yakın gelecekte olmasa da etkisi şimdiden görülmeye başladı. İsrail’in üstünlüğü efsanesi ve bununla birlikte caydırıcılık ve önleyicilik ilkeleri de çöktü. Bu durum İsrail’in bölgede ve dünyada prestij kaybetmesine neden oluyor, normalleşmenin seyrini etkiliyor ve diğer saldırılara karşı da savunmasız hale getiriyor. Bu yüzden, İsrail, kendi avantajına stratejik bir değişiklik yapmadan savaşı bitirirse hem Araplar hem de Batı’nın gözünde varlığının anlamını kaybedecektir. Dolayısıyla, Gazze halkı ve direnişin kararlılığı, uluslararası baskının yoğunluğu, direnişin elinde tuttuğu İsrailli esirlerin ailelerinin İsrail’e baskısı yanında, on binlerce şehit ve yaralı verilmesi ve Gazze’deki binaların çoğunun tahrip edilmesi sonrasında Uluslararası Adalet Divanı’nda davaların açılıyor olması göz önüne alınacak olursa, işgal hükümetinin ilan ettiği stratejik hedeflere ulaşamadan bu savaşın sona ermesi bekleniyor.
Ancak İsrail, itibarını yeniden kazanmak, Araplara ve dünyaya aynen 1967’de olduğu gibi sadece 6 saat içinde kendi yüzölçümünden katlarca fazlasını işgal edebilen o İsrail olduğunu yeniden ispat edebilmek için, mevcut savaşın bitiminden sonra Filistin direnişine karşı sürpriz bir saldırıyı yeniden başlatacaktır. Netanyahu savaşın üçüncü gününde, İsrail kamuoyuna savaştaki gelişmelerle ilgili yaptığı konuşmada “Ortadoğu’yu değiştireceğiz” dedi ve bu açıklama İsrail’in sadece Aksa Tufanına tepki vermekten öte, çok daha derin hedefleri olduğunu gösterdi. Bu bağlamda, İsrail yapacaklarını meşrulaştırma sürecinde 7 Ekim’in ABD’nin bazı ülkelerin işgalini meşrulaştırdığı 11 Eylül eylemleri ile aynı olduğuna dair propaganda yayıyor. Bu da, Amerika’nın 11 Eylül saldırılarından sonra yaptığı gibi İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki direniş yönetimini devirmek ve bölgedeki durumu yeniden düzenlemek için çalışacağı anlamına geliyor.
BANLİYÖ YAKLAŞIMI
Peki, Gazze Şeridi’ndeki Filistin direnişine karşı bu kesin zafer nasıl elde edilebilir? Savaşın başlamasından 4 ay sonra bile hâlâ önceki saldırılarında kullandığı yöntemleri uygulamaya devam eden İşgalci İsrail için henüz cevabı olmayan asıl büyük soru da bu… İsrail’in bu yöntemlerini, işgal ordusunda kuzey bölgesi komutanı olan Gadi Eisenkot’un formüle ettiği “banliyö yaklaşımı” fikriyle özetlemek mümkün. Bu yaklaşım, İsrail’in saldırdığı her alanda, kendisi kat be kat üstün olduğu halde, direniş gücü karşısında orantısız güç kullanmak suretiyle ağır yıkım ve hasar verilmesine dayanmaktadır. 2006 savaşı sırasında Beyrut’un güney banliyösündeki işgalci İsrail’in sebep olduğu yıkıma atıfla bu askeri taktiğe “banliyö yaklaşımı” adı verilmiştir. İsrail, Gazze Şeridi›ne ve diğer yerlere yönelik savaşlarında ve saldırılarında, resmi olarak ilan etmese bile, her zaman bu yaklaşımı kullanmıştı ve Gazze Savaşında da daha geniş ve daha acımasız bir boyutta da olsa, şu ana kadar da bu yaklaşımı kullanıyor gibi görünüyor.
NETANYAHU KENDİSİNİ AĞAÇTAN İNDİRECEK BİRİNİ ARIYOR
İsrailli siyasi liderlerin sorunu, çok yüksek bir hedef tavanı benimsemelerinde ve askeri güçleriyle, intikam içgüdüleriyle, sınırsız Batı desteğiyle gurur duymalarında yatıyor. Dolayısıyla, Netanyahu hükümetinin Hamas saldırısına verdiği yanıt, üç yönlü bir plana dayanan üstünlükçü, kibirli ve kafası karışık bir yanıttı: Birincisi Gazze halkını komşu ülkelere sürmek, ikincisi Hamas’ı ezmek, üçüncüsü ise rehineleri kurtarmak.
İlk hedef Gazze halkının kararlılığı ve topraklarına olan bağlılığıyla karşılık buldu. İkinci hedef olan, Hamas›ı ezmek ve Gazze›yi savaşçılardan temizlemek ise özellikle savunucuların yiğitliğiyle imkânsız görünen bir hedef gibi duruyor. Rehineleri müzakere olmaksızın serbest bırakma hedefine gelince, bu Tel Aviv’in askeri çıkmazını derinleştirdi. İsrail, gerekli istihbarat bilgilerine sahip olmadığı ve sürpriz unsurlarından yoksun olduğu için ne kendi özel kuvvetlerinin ne de Amerikan Delta Kuvvetleri'nin rehineleri zorla kurtaramayacağını biliyor. Netanyahu’nun, Filistinlilerin maneviyatlarını çökertmek ve onları teslim olmaya zorlamak için hastaneleri, okulları ve konutları hedef alarak, binlerce sivili öldürerek, Gazze’deki tesisleri ve insan kaynaklarını körü körüne yok ederek daha fazla katliam yapmaktan başka seçeneği yok.
Şu da var ki, İsrail›in başarıları, öldürülen Filistinli sivillerin sayısıyla ya da yaşam imkanlarına verdiği yıkımın düzeyiyle değil, an itibari ile ulaşılmaz görünen siyasi hedeflere ulaşma derecesi ile ölçülecektir. Aksa Tufanı’ndan sonra İsrail’in uyguladığı soykırım, hükümet değişikliği ya da yapılan savaşlarla değişmeyen ulusal stratejisinin kapsamına girmektedir. Bu strateji ise Mescid-i Aksa, Kudüs ve Filistin’in tamamının zamansal ve mekânsal bölünmesinin kutsallaştırılması ısrarıdır. Stratejinin sürdürülmesi ise bir dizi “Hayır” politikasına dayanıyor. Bunlardan en önemlileri, bağımsız bir Filistin devletine hayır demek, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkına hayır demek, İsrail yerleşimleri kurulmasının durdurulmasına hayır demektir.
İSRAİL BU DEFA BEDEL ÖDEYECEK
Tüm göstergeler, savaşın bitiminden sonra Binyamin Netanyahu’nun İsrail hükümetinin başbakanlık koltuğunu kaybedeceği ve hapse gireceği anlamına geliyor. Ancak Netanyahu’nun aşırılıkçı hükümeti ile diğer hükümetler arasında hiçbir fark olmadığını vurgulamamız gerekiyor. Her gelen, döneminin gereklerine göre gerçekleştirmeyi planladığı büyük bir strateji ve hedeflerle gelmekte ve o yönde çalışmaktadır. Ulusal strateji ve yönetimin stratejisini gerçekleştirmek için çalışan İsrail, öldürme ve yıkımla, yerleşimlerin genişletilmesiyle, Kudüs’ün Yahudileştirilmesiyle ve Büyük İsrail hayaline doğru ilerleyerek Filistinlileri yok etme konusunda istediğini elde etmektedir.
Savaşın tozu dumanı yatıştıktan sonra İsrail’de güvenlik, askeri ve siyasi olmak üzere birden fazla düzeyde hesap verme sorumluluğu kesinlikle olacaktır ve birçok yetkili bunun bedelini ödeyecektir. Ancak bu olayların İsrail’deki aşırı sağın eğilimlerini zayıflatıp zayıflatmayacağı ya da güçlendirip güçlendirmeyeceği belli değildir. Aynı şekilde, özellikle Kudüs üzerine, yerleşimlerle ilgili ve İsrail’deki iç politikalarındaki aşırılıkçı İsrail politikalarının değişmesine yol açıp açmayacağı da belli değildir. Ayrıca, İsrail’deki demografik yapı ve son 20-30 yılda meydana gelen dönüşümlerle ilgili nedenlerden dolayı İsrail solunun güçlenme ve yükseliş aşamasına geçmesi hiçbir zaman beklenmemektedir.
Uluslararası politikalar düzeyinde, sonuçları ne olursa olsun, güncel olayların Filistin meselesini yeniden ön plana çıkardığı ve uluslararası gündemin öncelikleri arasına soktuğu açıktır. Aksa Tufanı, nihai çözüme alternatif olarak sunulan bölgesel normalleşme projesi hayallerine de son vermiştir. Şu da var ki, Aksa Tufanı, başlamadan önce ölüm döşeğinde olan iki devletli çözümün yeniden canlandırılması anlamına gelmese de başka çözümler düşünmek ve Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeye çalışmak anlamına gelmektedir. Buraya kadar zikrettiklerimiz, İsrail’in bu sefer önemli bir siyasi bedel ödemek zorunda kalacağını doğrulamaktadır. Tel Aviv ve onun arkasındaki Washington, sadece Filistin meselesinin geleceği üzerinde değil, tüm Orta Doğu’nun geleceğini şekillendirecek düzeyde büyük yankılar oluşturacak siyasi tavizler vermeye mecbur kalacaktır…