Haçlıların kâbusu Nureddin Zengi

Nureddin Zengi, İslam dünyasının kendisine yüklediği misyonun farkındaydı. Bu nedenle kendisine yeni hedef olarak Kudüs ve İstanbul’u seçmişti. Abbasi halifesine yazdığı mektubunda; “Kostantiniyye ve Kudüs fethedilmeyi bekliyor. İkisi gecenin karanlığında sabahın munis aydınlığını bekliyor. Allahu Teâlâ keremiyle bana bu iki fethi İslâm ehline sunmayı nasip etsin” diyerek bu düşüncesini ve arzusunu açıkça ifade etmişti.

İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Prof. Dr. Haşim Şahin / Anadolu Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

Papa II. Urbanus’un 27 Kasım 1095 senesinde Clermont’ta yaptığı Haçlı Seferi çağrısı ana hatlarıyla Kudüs’ün Müslüman Türklerin elinden kurtarılması üzerine kurgulanmış, bu nedenle Avrupa’da geniş bir yankı bulmuştu. Çoğunluğu Fransız asilzadelerinden ve şövalyelerinden oluşan, sayıları yüz binleri bulan Haçlı orduları Kudüs’ü kurtarmak amacıyla Avrupa’dan hareket etmişler, Türkiye Selçuklu ve Danişmendli hakimiyeti altındaki topraklardan geçtikten sonra Urfa (1098), Antakya (1098), Kudüs (1099) ve Trablus’ta (1109) Haçlı devletleri kurmuşlardı.

Haçlıların 15 Temmuz 1099 tarihinde Kudüs’ü ele geçirip Arap kaynaklarının muhtemelen abartılı ifadesi ile 70.000 Müslüman katletmeleri, sonraki yıllarda, bu kez İslam hükümdarlarının Hıristiyanlara karşı geliştirdikleri cihad politikasının meşru zeminini oluşturdu. Haçlıların bölgedeki varlığı yaklaşık iki asır devam etmişti. Bölgede Müslüman devlet adamlarının birbirleriyle sürekli çekişme halinde olmaları, Batınî İsmaililerin faaliyetleri, İslam dünyasının bir araya gelmek yerine sürekli iç karışıklıklar içerisinde bulunması, siyasi entrikalar, mezhep çatışmaları bölgedeki Haçlı hakimiyetinin bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebepleriydi. Elbette ki daha en başından itibaren Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ve onun oğlu Sultan I. Mesud Haçlı ordularına karşı önemli başarılar elde etmişler, gerek Haçlı baskısının daha da artmasına, gerekse bölgedeki Türk varlığının Haçlılar ve Bizans Devleti tarafından sona erdirilmesine izin vermemişler, bilhassa içinde bulunduğumuz Anadolu’da Türk ve Müslüman varlığının devamını sağlamışlardı. Bu açıdan bakıldığında Türk toplumunun bilhassa baba-oğul bu iki hükümdara çok şey borçlu olduğunu belirtmek gerekir.

AVRUPA’DA YANKI UYANDIRDI

Vaktiyle Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olan üç büyük şehirde kurulan Haçlı devletleri uzun süre Müslümanlar için büyük bir tehdit oluşturmuştu. Suriye Selçuklu hükümdarları ve bölgedeki bazı Selçuklu emirleri Haçlıların varlığını kabullenmişlerdi. Haçlı varlığına son verme ve Müslümanları bir çatı altında toplama konusundaki ilk ciddi adımlar ise, Suriye sahasında Kasımüddevle Aksungur’un oğlu İmadeddin Zengi tarafından atıldı. Suriye’deki Ca’ber Kalesi’ni kuşattığı sırada kölesi tarafından öldürülmesine kadar geçen zaman dilimi içerisinde önemli başarılar elde eden Musul atabeyi İmadeddin Zengi, bir yandan ileride Zengiler Devleti adıyla bilinecek devletin temellerini atarken, bir yandan da Haçlılar karşısında Müslümanların da önemli başarılar kazanılabileceğini gösteren sembol isimlerden birisi olarak Haçlıların adeta korkulu rüyası haline geldi. Onun 1144 yılında Haçlıların elinden Urfa’yı alması, Müslümanlar için bir umut ışığı ve cesaret vesilesi olmanın yanı sıra Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. Urfa’nın ele geçirilmesi İkinci Haçlı Seferi’nin başlıca sebebi oldu. Ancak bu sefere katılan Haçlı kralları Anadolu’da Sultan I. Mesud tarafından ağır şekilde yenilgiye uğratıldılar ve hedeflerine ulaşamadılar.

MÜSLÜMAN EMİRLERİ ETRAFINDA TOPLADI

İmadeddin Zengi öldürüldüğünde geride kendisiyle aynı politikayı benimseyen iki oğul bırakmıştı. Bunlardan Seyfeddin Gazi Musul’u, Nureddin Mahmud Zengi ise Halep’i idare ediyordu. Zengi ordusunun ve bürokrasisinin tamamı, babasının meşru varisi Seyfeddin Gazi olsa da, Nureddin Zengi’yi hükümdar olarak tanıyordu. Seyfeddin Gazi kardeşine karşı gösterilen bu teveccühe itiraz etmediği gibi, bilhassa onun Haçlılar ve Bizans ile yaptığı mücadelelerde en büyük destekçisi olarak, kardeş dayanışmasının nasıl olumlu sonuçlar doğuracağının adeta dersini verdi.

1118 yılında Halep’te doğan Nureddin Zengi, çocukluğunda iyi bir eğitim almış, babasının yanında hayli savaş tecrübesi kazanmış, Halep’te hükümdarlık yapmaya başladıktan sonra kısa süre içerisinde gücünü artırıp, dağınık haldeki Müslüman emirleri etrafında toplamayı başarmıştı. Meşhur Selahaddin Eyyubi’nin babası Necmeddin Eyyub ve amcası Esedüddin Şirkuh, Nureddin Zengi’nin en önemli yardımcılarıydı.

Nureddin, Haçlılarla mücadeleyi babasının bıraktığı yerden devam ettirdi. Kısa sürede Urfa Haçlı Devleti’nin hakimiyeti altındaki diğer şehirleri ele geçirdi. Bu mücadeleleri neticesinde Hıristiyan dünyasına karşı gerçekleştirilen cihad ve gaza ideolojisinin o dönemdeki en büyük temsilcisi oldu. Onun bu konudaki gayretleri diğer Müslüman hükümdarlar ve Abbasi halifesi tarafından da takdir ve destekle karşılandı. Nûreddin Zengi, Şam’ı ele geçirdikten sonra Esedüddin Şirkuh ve Selahaddin Eyyubi eliyle Mısır’a da hâkim oldu. Böylece Şii dünyasının ana yönetim merkezini de kontrolü altına almış oluyordu.

KUDÜS VE İSTANBUL HAYALİ

Nureddin Zengi, İslam dünyasının kendisine yüklediği misyonun farkındaydı. Bu nedenle kendisine yeni hedef olarak Kudüs ve İstanbul’u seçmişti. Onun bu fikre yürekten inandığı ve bu iki şehri ele geçirme düşüncesinde olduğu Abbasi halifesine yazdığı mektuptan açıkça anlaşılmaktadır. O, 568/1173-74 yılında Bizans ordusunu mağlup ettikten sonra Abbasi Halifesi el-Mustâzî Biemrillah’a yazdığı ve Kadı Kemâleddin b. Şehrezûrî vasıtasıyla gönderdiği mektubunda; “Kostantiniyye ve Kudüs fethedilmeyi bekliyorlar. İkisi gecenin karanlığında sabahın munis aydınlığını bekliyor. Allahu Teâlâ keremiyle bana bu iki fethi İslâm ehline sunmayı nasip etsin” diyerek bu düşüncesini ve arzusunu açıkça ifade etmişti. Üstelik bununla da kalmayıp düşüncesini eyleme dökmüş, ele geçireceğine samimiyetle inandığı Kudüs’te, Mescid-i Aksa’ya konulmak üzere devrinin en maharetli ustalarına muhteşem bir minber yaptırmış, bu minberi Kudüs fethedilinceye kadar emaneten Halep’teki Ulu Cami’ye koydurmuştu. Tarihçi İbnü’l-Esir’in belirtiğine göre, bu minber marangozlar tarafından yıllarca süren bir emek neticesinde yapılmış olup, İslam dünyasında bir benzeri daha yoktu. Nûreddin bu mektubuyla aynı zamanda Emeviler devrinden itibaren tarih boyunca pek çok Müslüman hükümdarın hayallerini süsleyen İstanbul’u fethetme arzusunu da açık bir şekilde ortaya koymaktaydı.

“NUREDDİN’DEN DAHA AHLAKLISINI GÖRMEDİM”

Önde gelen İslam tarihçilerinden İbnü’l-Esir’in; “İslam öncesi dönemden zamanımıza kadar gelen bütün meliklerin hayatlarını okumuş birisi olarak Dört Halife’den ve Ömer b. Abdülaziz’den beri adil bir melik olarak Nureddin’den daha ahlaklısını görmedim” diyerek övdüğü Nureddin Zengi’nin yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak 5 Mayıs 1174’te ölümü üzerine hayalleri yarım kaldığı gibi, küçük yaştaki oğlunun otoriteyi sağlayamaması üzerine Zengiler Devleti de sona erdi. Bununla birlikte Nureddin Zengi’nin hayallerini kaldığı yerden sürdürecek ve gerçekleştirecek bir isim vardı: siyasi kariyerini onun himayesinde geliştiren, Kudüs’ün fethinin ve Haçlılar’ın bölgedeki siyasi varlığının bir an önce sona erdirilmesinin gerekliliğini çok iyi bilen Selahaddin Eyyûbi…

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Filistin meselesinde etik, ahlâk ve değer perspektifinden insan tepkiselliği

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Eğitim mi, para mı?