|

Sanat hayatın içinde

Kur’an ve hadislerde hakikatin temelinde Yaratan’ın yarattıklarına övgü olduğunu dile getiren Turan Koç, günlük hayatın içinde bu güzelliğin altının çizildiğini belirtiyor ve ekliyor : “Yaratanın aşkıyla eserler ortaya koyuluyor. Güzelliğe övgü eserlere dönüşürken sanatkarların kaynağı Kur’an ve Hadis oluyor. Allah aşkıyla yüreklerinden dökülenler sanat eserine dönüşüyor.”

Ayşe Olgun
04:00 - 10/10/2018 Çarşamba
Güncelleme: 13:25 - 9/10/2018 Salı
Yeni Şafak
Turan Koç
Turan Koç

İslam inancının temelinde güzeli görmek ve güzelliğe meyletmek vardır. Geçmişten bugüne İslamın güzel sanata ve sanatçıya nasıl baktığı üzerine çalışmalarını yürüten ve bu alanda İslam Estetiği, Zamanın Gözleri: Sanat, Dil Hakikat kitaplarını kaleme alan, İslam Sanatı: Din ve Anlam (Titus Burckhardt), Kur’an ve Hat Tezhibinden Parıltılar (Martin Lings) kitaplarını Türk okurlarıyla buluşturan ve bu alanda pek çok makaleye imza atan Turan Koç ile dünden bugüne sanata nasıl baktığımızı konuştuk. İslam sanatı alanında Kur’an, felsefe, hadis ilimleriyle uğraşanların neler yazdığını ve bugün gelinen noktayı merak edenler buyursun.

İslam ‘estetik’ kavramını nasıl tanımlıyor oradan başlayalım mı?

Bir kere önce itirazımı ‘İslam estetiği’ kavramına yapmak istiyorum. Benim de “İslam Estetiği” adlı bir kitabım var ama onun ismine de ısınamadım. Zaten o zaman da “Hüsn-ü Cemal” olmasını istemiştim.

Neden itiraz ettiniz peki?

Bakın 20. yüzyıla gelinceye kadar hiçbir çalışmamızın başında İslam yok. Ne zaman varoluş şartlarımızda bir çatlama oluştu ondan sonra böyle bir ayrımın içine girdik. Bu ayrıştırıcı dilin köklerini 1800’lerden sonra bizim aydınlarımızın batıya açılmasında arayabiliriz. Batı üzerinden bizim sanatımızı okumaya başladılar ve böylece ‘estetik’ kavramı dilimize girdi. Estetik kavramını biz ‘bediiyat’ olarak dilimize çevirdik. Biliyorsunuz bir kavramın sonuna ‘iyat’ eki gelince ilim dalı olur ‘edep’, ‘edebiyat gibi. Bu kavramın da kökeni ‘bedi’ kavramıdır.

Peki Osmanlı döneminde bizde ‘güzel sanatlar’ alanında ne tür çalışmalar yürütülüyordu?

Bir kere Osmanlı döneminde sanat felsefesi diye ders okutulmuyordu okullarda. Bu çok sonraları ders olarak karşımıza çıktı, geçmişi 150 yıl öncesine kadar ancak gider. Batıda ise 300 yıl öteye ya gider ya gitmez. Bizim geleneğimizde güzel sanatlar ‘usta çırak’ ilişkisi üzerinden yürütülüyordu. Yani okullarda bu dersin olmaması demek toplum olarak sanatlara duyarsız olduğumuzu göstermez tam tersine hayatın içindeydi. Mimariden hat sanatına, şiirden musikiye kadar her alanda bu sanatsal bir bakış vardı.

Sanatı geçmiş tecrübelerimizden ve inancımızdan yola çıkarak tanımlamak istesek nasıl bir çerçeve çizersiniz hocam?

Öncelikle şunu söylemeliyiz ki ‘estetik’ bir tecrübe bir kavrayış bir buluştur. Dünyada yaşadığımız hayatın içinde bulunuşumuza dair bir kavrayıştır. Dolayısıyla sanatın ortaya çıkabilmesi için ‘estetik’ dediğimiz ‘bedii’ dediğimiz bir tecrübe yaşamamız gerekir. Eskiler ‘estetik’ kavramını tasavvufla da ilişkilendirerek ‘vicdani zevk’ diye tanımlamış. Doğrudan doğruya yani var olduğumuz andan itibaren karşılaştığımız şey anlamına geliyor. Biraz daha açarsak ‘vicdani zevk’ hayatın içinde var olduğumuz andan itibaren hiç kimsenin görmesi, duyması, bilmesi, tanıması mümkün olmayan mahrem tecrübemizdir. Burada imanımızı da vicdani zevk olarak tanımlamak mümkün. Buradan sanatı başlatmamız gerekiyor. Bu tecrübeyi dile getirmek bir forma sokmamız gerekiyor.

Nasıl bir form?

Bizde estetik kavramı nereden başlıyor dersek Kur’an’dan başlamak gerekiyor. Kur’an-ı Kerim doğrudan doğruya ‘bedii zevk’ veren bir kitaptır. Gözümüzü gönlümüzü besleyen bir kitaptır. Allah Kur’anda ‘Bediiüs’semavati vel’ard’ diyor. Bedii nedir? İbda edendir. Yani sanatsal olarak yaratan anlamında kullanıyoruz. Ama aynı zamanda eşi benzeri olmayan şekilde yaratma söz konusu ve burada da ‘ibdia’ kavramını kullanıyoruz. Bu kavramın yanına ‘bedia’ yı koyuyoruz. Kur’an’da yine ‘Hüvallahu Halikul bariül müsavviru’ diyor Allah. İşte bu ayetleri ilk kez duyanların gönül telleri titremiş ve çeşmeler camiler yapmış güzel sesli hafızlar bu ayetleri okumaya hattatlar yazmaya başlamış. Hz. Aişe Peygamber Efendimiz için diyor ki: O yürüyen canlı bir Kur’andı. Efendimiz “Allah güzeldir güzelliği sever” diyor. Yani güzel sanatlar eserlere dönüşürken sanatkarların kaynakları Kur’an ve Hadis oluyor. Allah aşkıyla yüreklerinden dökülenler sanat eserine dönüşüyor.

HAKİKATA ÖVGÜ VAR
Sanat ‘Güzel olanı övmek’ diyoruz ve burada kaynağımız da hadis ve Kur’an. Peki dünden bugüne toplumlar arası ortak bir dilimiz oluştu mu?

Geçmişten bugüne toplumdan topluma sanatın özü aynı diyebiliriz elbette. Mesela Taç Mahal’e bakın ya da Özbekistan’a gidip oradaki İslam eserlerini inceleyin. Hatta Kayseri’de bir Selçuklu camisini gezip sonra Osmanlı dönemi Mimar Sinan’ın elinden çıkmış bir esere bakın. Üslup, anlatım olarak farklar görseniz de sizde uyandırdığı ortak duygu hayranlıktır. Bu eserler arasında kuvvetli bir bağ vardır. Kendi döneminin mimari özelliğini, malzemesini kullanmıştır ama o güçlü bağ aralarında devam etmektedir. Bu bağı çeşmeler, camiler, hat eserleri, şiir ve musikide de görürsünüz. Bu eserler oluşturulurken kavrayış, his ve duygu arasında ortak bir ruh vardır. Yani hakikate ‘güzel olana açılmaktır’ bu değişmez ama hakikatin bin bir dili vardır ve bizde dünden bugün toplumlar arası hakikatin bu farklı dillerini görür, şahitlik ederiz. Yani hakikatin izi sürülmüştür.


Nerede kırılma yaşadık peki?

Geçmişe döndüğümüzde Batı biliyordu. Biz hem biliyor hem oluyorduk. Batılı bir süre sonra bilginin güç olduğunu anladı ve ona hakim oldu, sonuna kadar da götürdüler. Batıda çok iyi Arapça konuşan İslam dünyasında ne olup bittiği üzerine çalışma yapan isimler var. Ama bizim sesimiz ve çizgimiz gittikçe görünmez oldu. Özellikle şair, nakkaş, hattat, güzel sesli hafızları unutuyoruz oysa bugün şehir mimarisi yaparken kendi sanatımızı ortaya koyarken bu geçmişi hatırlamamız gerekiyor ve ondan beslenmemiz lazım. Ama maalesef estetik bir kırılma yaşadık. Sadece sanat anlamında değil bilgilendirme açısından da kırılma yaşadık ve yaşıyoruz. Medeniyet bir bütündür onu sadece estetik boyutu ve derinliğiyle ele alırsak çabamız sonuçsuz kalacaktır. Dolayısıyla medeniyeti varlık tasavvuruyla bir bütün olarak kavramamız gerekiyor. Bu kavrayıştan da sanat eseri çıkarmamız gerekiyor. Bugün görebildiğim kadarıyla bu bütünlüğünün hakkını verdiğimizi söylemek çok zor görünüyor. Bunu yaparken ecdadımızı örnek alalım mesela Ahmet Cevdet Paşa’ya bakalım. Kendisi tarihçi, hukukçu, dilci, mantıkçı yani pek çok alanda bizi en iyi şekilde temsil eden bir isimken bugün bu alanlardan sadece birinde söz sahibi olmak için terler döküyoruz.

Batıda resim sanatına baktığımız zaman kiliseden çıktığını görüyoruz. Bizim de sanat anlayışımızın temelinde inanışımız var. Peki Batı ile bizim sanat anlayışımızın tam olarak ayrıldığı çizgiyi nasıl tarif etmemiz lazım?

“Hikmetsiz sanat hiçtir” der batı. Ama bu görüş modern sanat için geçerli değildir. Yani batının klasik sanat anlayışının temelinde bu vardır ancak bu çizgi modern sanatta değişmiştir. Mesela Van Gogh dediğimiz zaman burada büyük ölçüde sanatçının kendisini görürüz. Hakikati değil eserde sanatçının kendisini hissederiz. Mesnevi’yi okurken yaşadığı tecrübeye şahit oluruz Mevlana eserinin gerisindedir. Zaten kendisi de “Biz bağlamayız bizi tırnaklıyorsun” der Allah’a yani söyletene işaret eder. Ama modern sanatta isim sanatın önüne geçer. Klasik sanatçı batıda da bizde de teolojinin sanatını ortaya koyarken modern sanatta sanatçı kendini anlatır.

Geleneğin bugün izini sürmek o zaman pek mümkün değil mi diyorsunuz?

Devam ettirenler var. Mesela Mevlana’yı ne söyletmişse Sezai Karakoç’un şiirlerinde de onu okursun. Belki moderndir bugüne hitap ediyordur ama Mevlana’yla örtüşür. Söyleyiş tarzı değişmişse de geleneksel olanı sürdürmektedir.

Sanat felsefesinden bahsettiğimiz zaman Platon’a uzanan bir dil var. İslam felsefesinin kaynaklarında bu kavramla ilgili nasıl bir çalışma var acaba?

Mesela Molla Cami’nin Baharistan kitabı önemli bir kaynaktır. Sanatın izini özellikle tasavvuf alanında sürmek mümkün. Gazali’nin İslamın kilometre taşlarından biri olan İhya-i Ulumiddin adlı kitabının özellikle son cildinde aramam mümkün. Burada Kitabül Muhabbe (Sevgi Kitabı) ve Kitabül Sema (Musiki Kitabı) başlıklı iki bölümde çok önemli bilgiler var. Geçmişten de bugüne de yazılan pek çok kitap yürütülen akademik çalışmalar var ancak ne yazık ki İslam dünyası bu alana çok geç girdi.


Siz bu alanda çıka
n kitapları takip ediyor hatta çeviriler de yapıyorsunuz. Acaba İslam dünyası sanat anlamında birbirini takip ediyor mu?

On yıl öncesine kadar akademik çalışmalarda yoktu ama yeni yeni kitaplar da yazılıyor çalışmalar da yapılıyor. Batıya baktığımızda bir kitap Almanca çıkıyorsa akabinde İngilizce ve Fransızca da yayınlanır ve hepsi birbirini takip eder ama bizde maalesef böyle değil. Pek çok çalışmayı ancak batı dillerine çevrilmişse alıp çeviriyoruz. Mesela bakın Mesnevi dışında Farsça’dan çeviri yaptığımız bir eseri çok yakın yıllara kadar bulamazsın. Ne zaman Fransa Farsça eserleri çeviri yapmış biz de onlardan alıp tercüme etmişiz kendi medeniyetimizin bir parçası olan Farsça’ya bu kadar mesafeliyiz. Yine Çinli Müslümanların yaptığı çalışmalardan bihaberiz. Geçende bir Çinli Müslümanın çok farklı tarzda yazdığı besmeleyi gördüm etkilendim ama birbirimizi pek tanımıyoruz.Ancak batı keşfederse haberimiz oluyor. Bugün İslam sanatı üzerine yapılan çalışmaları da kitapları da batı üzerinden okuyoruz maalesef. Çevirinin çevirisi olan bu kitaplar üzerinden birbirimizi ne kadar doğru okuyoruz o da ayrı bir konu.

HACİVAT KARAGÖZ’DE İSLAMI ANLAMAK
Kendi ürettiğimiz eserlerle sanatla bağımız bugün devam ediyor mu peki?

Şöyle bir örnek vereyim: Ben liseyi hatta üniversiteyi belki bitirinceye kadar Hacivat ve Karagöz’ü matrak tipler sanırdım. Oysa tasavvuf üzerinden okunması gereken bir gösteridir. İçinde çok önemli tasavvuf dünyasına ait terkipler, gazeller, diyaloglar vardır. Hacivat aslında mürşit Karagöz ise mürittir ve onlar arasında bir diyalog geçer. Hele ki perdelerde okunan gazeller çok önemli sufi şairlerin eserleridir. Şimdi Karagöz ve Hacivat’ı İslam sanatından ayrı tutmak mümkün mü? Ne zaman şevk ve vecde tutulma olmuş o zaman güzel eserler ortaya koyamamışız. Beş duyumuzla eser ortaya koyuyoruz ama hakikatten kopmuşuz. Yani eski bildiğimiz anlamda öğreti yok onu hissedemiyoruz. James Joyce’a bakın orta çağda Dante ne yaptıysa bugün aynısını James Joyce yaptı. Yani Dante Hristiyanlıkla nasıl bir bağ kurduysa James de o bağı kurduğu için büyük yazar oldu.

#turan koç
6 yıl önce