Bir iş gezisi için Hollanda'daydım iki yıl önce yine bir fetih ayı sonrası… Kaldığımız otelin lobisinde otururken, birlikte seyahat ettiğimiz gazeteci arkadaşlardan biri yanıma gelip, Yeni Şafak'tan ihtiyar bir gazeteci vefat etmiş diye verdi haberi… Gazetedeki 'muhtemel ihtiyar'ları gözümün önünden geçirmiş ama bir tek O'na konduramamıştım ihtiyarlığı ve ölümü… Aradan iki yıl geçti. Hepimiz ikişer yaş daha ihtiyarladık o günden beri… Ama o zihnimizde hâlâ aynı delikanlılığını, gazetedeki en müstesna yerini en yakışıklı haliyle korumaya devam ediyor. Bunu benim söylememe gerek de yok aslında… Nusret Özcan'ı tanıma bahtiyarlığına erememiş bir insana onun bir kare fotoğrafını göstermek kâfi kanımca.. Hatta bu bu satırları karalamaya başlarken, sayfayı bomboş bırakmak ve ortasına sadece bir kare fotoğraf koymak da aklımdan geçmedi değil. Bu yüzden şimdi yapmaya çalışacağım şey sadece gevezelik…
Nusret Abi'yi hiç tanımayan, en çok onun saçlarına ve sakallarına genç yaşında düşen akları merak eder eminim… Nedir bu ihtiyar gönüllü delikanlıyı bu hale getiren diye soranlar için tanıdığımca cevabını vereyim: Eyüp Sultan! Onun yüzünü bembeyaz parlatan da, onun kar kelebekleri üşüşmüş gibi ak saçlarını ve sakallarını ağartan da aynı Eyüp Sultan. Çünkü Nusret Özcan 'orada doğma bahtiyarlığını ve orada ömür sürüyor olma' lütfunun ağırlığını hissederek yaşadı hep omuzlarında. Bu yüzdendir henüz 49'unda dönüşü Eyüp Sultan'a…
Bir derviş ruhlu gazeteci ve kabristan yanyana gelince Ferhat Ünlü'nün muradına katılmamak mümkün değildir. Onun kabir taşının en tepe noktasına, en kallavisinden, en delikanlısından, uhrevi bir bilgeliğin nişanesi olarak bir kavuk koymak gerçekten elzemdir… Ne de olsa üslup sahibi edebi bir kalem, aynı zamanda oturup kalkmasından, yürüyüp konuşmasından bellidir. Nusret Abi de öyledir. Hamit Can'ın ifadesiyle Nusret Özcan'ın kaleminden damlayan her kelimede, birer sanata dönüşen her cümlede, ne yaptığını bilen usta bir kalemin farkındalığından izler vardır. Yine Can'a göre, 'Kaliteli yazdıran, kaliteli okumasıdır'
Nusret Özcan aynı zamanda hem kendisinin geçmişinde, hem kendi vaktinde, hem kendi geleceğinde yaşayan bir adamdır. Kendi deyimiyle de tıpkı İstanbul'u anlatan kitabı 'Sokak Sesleri' gibi bir mektuptur; geçmişte olan biten iyi şeylerin geleceğe bir yankısı olarak ve “Bizi biz yapan ne varsa insafsızca kıyan ve örseleyen bir dünyaya inat… Özcan'ın derviş hali söz konusu ise paragrafa tıpkı Özcan gibi sade ama yine tıpkı onun hayatı gibi kavurucu bir soruyla nihayet verilir: “En son ne zaman bir akrabanızı ziyaret ettiniz? Ne söylerseniz söyleyin ama şunu demeyin, işten güçten başımızı kaşıyacak vaktimiz yok!” 2004 yılında Sarıkamış'a askerlik yapmaya giderken Nusret Abi Sarıkamış'ta şehid olan bu vatanın garip çocuklarının hikâyesine kulak kabartmamı ister. 'Ne duyarsan yaz bana' der ama yanlarına kadar gidip de seslerini duyamam onların, Sarıkamış'ta, eksi 30 derecede can havliyle askerlik yaparken… Ama o tâ İstanbul'dan işitir, benim yanı başlarındayken farkedemediğim Kar Kelebekleri'ni…. Bu yüzden bu yazıyı yazarken şimdi daha fazla dikkat kesilmek gerekir imla hatalarına, cümle kuruluşlarına… Hatta edebî cümleler kuralım kabilinden çok da artislik yapmamak, yani haddimizi bilmek gerektir üstadın hatırına.. Zaten O'nu anlatmak için süslü cümlelere ne hacet. En sade, en basit, en doğal, en yalın! Nusret Özcan mı? Yine Ünlü'den ilhamla 'O elit bir müşkülpesenttir!'
Ortaokul yıllarında yurtta kalan arkadaşlarımın fotoğraflarını çeker, tab ettirdikten sonra onlara satardım. Film ucuz olsun diye de gider Mahmutpaşa'dan toptancılardan alırdım. Bir seferinde aldığım Konica marka filmi makinama taktım, fotoğrafları çekip banyo ve tab için yine Sirkeci'ye götürdüm. Teslim almaya gittiğimde beni acı bir sürpriz bekliyordu. Kullanılmış bir filmi, makaranın en sonuna bantla tutturmuşlar ve bana satmışlar, ben de aralarında rahmetli dedemin son bakışlarının da yer aldığı tüm kareleri boşuna çekmiştim. Fotoğrafçının elime filmi verdiği anda dudaklarımdan 'İyi ki ahiret var' cümlesinin döküldüğünü hatırlıyorum. Tıpkı Nusret Abi'nin vefatını öğrendiğimde döküldüğü gibi…
İyi ki ahiret var Nusret Abi. Yoksa maddi ve manevi anlamda iyilerin kadir kıymetini bileceğine inandığın ama sen gidene kadar bilmeyen insanlardan hakkını istemeye taaccup eden dervişlerin hakkı başka nerede ödenir?
Ben sigara içmeyi de O'ndan öğrendim. Çünkü onun yanında oturunca sigara içesi gelirdi adamın, ama harbiden… Muhabbetin en demli hali O'nun şenlendirdiği masada bulunurdu ne de olsa… Ama bizim soluduğumuz gibi onun soluduğu şey zehir değildi sanki. Samsun sigarasından her çekişinde güzel sözlü dudakları bir filtre edasıyla zehiri süzüyor gibi gelirdi. Arada gençlik fotoğraflarını çıkarır, ne kadar yakışıklı olduğunu gösterirdi. Haklıydı göstermekte, ne de olsa O'nun yüzündeki güzellik kalbinden gelirdi. Tıpkı O'nu güzellikler ülkesine götüren kalbi gibi... Biz sevdayı da O'ndan öğrendik… Her akşam birlikte geçirdikleri onca yıla rağmen sanki ilk kez gidiyormuşçasına evinin yolunu tutuşundaki heyecanından 'bir kadına böyle bağlanmak gerek' dediğini işitirdik. Her fırsatta yengeye dair aşkını mırıldanırdı, zerrece utanmaksızın.. Göğsünü gere gere bahsederdi, kendi gibi aşka tutulmaya hazır çocuklarından… Bir dosta söylenebilecek en güzel söz olan 'sevgilim' de en çok onun beyaz sakalları ardına gizlenmiş güzel sözlü dudaklarına yakışırdı. Bana 'Hafızım' diye her seslenişinde, 'herkesin hayat yolculuğu üzerinde kendisini uyaran ikaz lambalarına' sahip olması gerektiğini hatırlatırdı. Bugün yurt haberlerde, Nusret Abi'nin geride bıraktığı yansımalardan biri olan Hamit Can sürdürüyor aynı vazifeyi… Onun bıraktığı yerden sesleniyor…
Hiddetini seviyorduk senin İhtiyar. 'Deli Kadirrr' derken titreyen sesinde tel tel hissedilen sevgiden yana asabiyetini de… Hazetmesen de, sayesinde bir gram bal için bir çeki keçi boynuzu tüketmek zorunda kalmadığımız mütefekkirleri bir seninle hatta sadece ve sadece seninle konuşabiliyor olmaktan yana da bahtiyardım ben. Hiddetini seviyor oluşumun sebebi belki de bu yüzdendi.. Fakat sendekinin adı ne tam hiddet, ne tam asabiyet ne de tam muhabbetti… Tıpkı senin dediğin gibi, önce tahin sonra pekmez yeyince tahinli pekmez yemiş olmuyorsak, sendeki karışımın sihri de buradaydı. Sen tahinli pekmez kıvamındaydın be Nusret Abi… Tıpkı kara sevdan, İstanbul'un gibi.. Senin bir yazını fotoğraflamak da bana kısmet olmuştu… Ve tabi ki konu İstanbul'du. Bu taze gazeteci, Edirnekapı'dan başlamış, senin sayende fethin izlerine bir bir dokunma fırsatı bulmuştu. O günün tarihi de, yine Mayıstı, erguvan kokuluydu. Ne de olsa, Mayıs'ın öteki adı İstanbul'du. İşte yine bir Mayıs ayı… Bir kez daha fethin ve Nusret Abi'nin güzel yankıları duyuluyor... Kulak verin..