|
Türk Arap ilişkilerinde Zeytin Dalı

Zeytin Dalı Operasyonu asıl hedefi olan Afrin sınırlarına dayandı. Dünya egemenlerinin harekatın haklılığı konusunda ittifak etmelerine rağmen; bölge üzerindeki çıkar çekişmeleri ve beklentileri farklı hatta iki yüzlü davranışlar ortaya koymalarına sebep olmaktadır. Bu ikiyüzlülüğü bir taraftan sahada kullandıkları vekilleri ile yaparken diğer taraftan da etkili propaganda araçlarını kullanmaktadırlar. Propaganda yoluyla sinir uçlarına baskılar uygulayarak, kısa sürede Afrin operasyonunun Türklere ve bölge ülkelerine sağlayacağı olumlu sonuçların alınmasını engellemek uzak vadede ise Türk-Arap ilişkilerini tekrar yüzyıl geriye götürmek arzusundadırlar.




BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ
KİMİ TEMSİL EDER?

Türkiye’nin bölgesel sorunlarda diyalog kuracağı en uzak ülke olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) en çok konuşan ülke haline geldi. BAE Dışişlerinden sorumlu Devlet Bakanı Enver Gargaş’ın “Türkiye’nin Arap ülkelerinin bağımsızlığına saygı duymadığını” iddia eden açıklamaları söz konusu kara propagandanın en açık örneğidir. Böyle bir açıklamanın tarih boyunca Türkiye ve Türkler ile doğrudan temasta bulunan diğer Araplardan gelmesi ihtimal dışıdır. Bu açıklamanın Osmanlı asırlarında bile Arap taşrasında kalmış ve tarihi yorumlamak için yeterli tecrübeye sahip olmamış bir yerden gelmesi anlaşılır bir şeydir.

Enver Gargaş, toplayıp Abu Dabi arşivlerine koydukları ve kimseye gösteremedikleri kendi tarihlerine ait belgeleri tetkik ederse, Arapların tercihlerine, egemenliklerine ve insan olarak varlıklarına kimlerin saygı göstermediğini yakından görecektir.

Bir milletin tarihini tezyif etmek, bir milleti diğerinden üstün tutmak ahlaki değildir. Ancak tarih, kendi sahnesinde rollerini hakkıyla oynayan veya oynayamayan, sahnede dimdik ve onurlu bir şekilde kalan veya sağa-sola savrulmaktan fark edilmeyen birey, topluluk ve milletleri tasnife tutar. Enver Gargaş veya onu konuşturanlar tarih sahnesinin neresinde durduklarını bir kere daha gözden geçirmek zorundadırlar.

TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİ

Türk-Arap ilişkilerini tarih üzerinden okumak kadar normal bir şey yoktur. Bin yıllık müşterek tarih içindeki birlikteliklerin, dostlukların, husumetlerin vs. bugünkü ilişkileri belirlemede pozitif veya negatif etki yarattığı bir gerçektir. Büyük bir imparatorluğun varisi olarak geçmişi ile sürekli yüzleşmek zorunda olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, komşuları ve özellikle Araplar ile ilişkilerini düzenlerken tarihin etkilerini sürekli üzerinde hissetmesi de gayet tabiidir.

Asırlarca aynı tarihi paylaşan iki tarafın müşterek tarihinin her zaman arzu edilen şekilde gelişme göstermediği bir gerçektir. Ancak olağan şartlarda normal kabul edilen bu gerçek, zamanın ve çıkarların değişkenliğine göre sorgulanmaya başlandığında, doğal olarak yürüyen ilişkileri de etkiler. Bugün büyük ölçüde yaşananlar da böyledir. Bugün Türk-Arap ilişkilerinin normal bir süreçten geçtiğini söylemek mümkün değildir. Bir tarafta siyasal rejim tercihlerinin baskısı, diğer tarafta, bölgesel güvenlik endişeleri, ama en önemlisi bunları kullanan uluslararası sistemin bölgedeki çıkar çatışmaları iki tarafın ilişkilerini kaygan bir zemine taşımıştır. Bu durumda bir kere daha tarihe sığınmak ve iki tarafı tarihin hakemliğine havale etmek en doğru yol olacaktır.

Türkler ile Arapların birbirlerine tarih pazarlamasına gerek yoktur. Her biri kendi tarihlerini doğru okudukları sürece, birbirinden vazgeçemeyeceklerini, uluslararası ilişkiler deyimiyle, tarih üzerinden de karşılıklı bağımlılıklarını açık bir şekilde anlayacaklardır. Ancak tarihi okumak bile bir irade gerektirmektedir ve maalesef bu imkan Türkiye’nin bugünkü muhataplarında yoktur.

Son yıllarda Körfez’de yaşanan ve içinden çıkılmaz hale gelinen sorunlarda Türkiye’yi ve Osmanlı tarihini hatırlayarak bu günü okumanın moda haline geldiğini gözlemliyoruz. Türkiye karşısında duyulan kompleks yeni değildir. Son yüz yılda tarih üzerinden ortaya konan hezeyanlar Osmanlı'nın ihyası korkusu üzerine bina edilmiştir. Oysa bırakın bütün tarihi, sadece Arap Coğrafyasında Osmanlı varlığını başlatan Yavuz Sultan Selim’in hikayesi okunsa bile bu korkuya mahal olmadığı ve Türklerin Araplara nasıl baktıkları ortaya çıkacaktır. Gargaş anlamasa da, Osmanlıların Araplara niçin “kavm-i necip” dedikleri kolayca anlaşılacaktır.

İsmi ile müsemma olan Yavuz’un, Arap topraklarını Osmanlı idaresi altına aldıktan sonra idari ve adli düzenlemeler konusunda yapılacakların tartışıldığı bir mecliste Kazasker Piri Paşa’ya söyledikleri oldukça manidardır:

“Yeryüzünde Hz. Muhammed’in dini ortaya çıkalı dokuz yüz yıldan fazla olmuştur. Mekke-i Muazzama Harem-i İlahi; Medine-i Münevvere ise Hazreti Peygamberin tahtgâhıdır. Bu zamana kadar dışarıdan onlara kadı gönderilmiş midir? Mekke ve Medine padişahlığı kainatın efendisinin şerefli çocuklarının ellerindedir. Ben o memleketleri asker ile varıp almadım. Onlar tam bağlılık, güzel edep ve lütuflarından bana itaat, iyilik ve olgunlukla bağlanıp saygı gösterdiler. Bu şerefin mükafatı bana gerektir. Gece gündüz yüce Allah’a şükür ve senalar ederim ki, Hak Teâlâ'nın lütuf ve ihsanlarındandır ki, Mekke ve Medine’de bayram ve Cuma günleri hutbelerde adım anılmaktadır. Bu mutluluğu bütün dünya padişahlığına vermem. Haremeyn-i Şerifeyn halkına ne çeşit gayret, iyilik, şefkat ve gözetme mümkün ise esirgeme. Fakat sakın ha sakın, Mekke ve Medine işlerine müdahale etme” (Celâlzade Mustafa, Selim-Nâme, Haz: A. Uğur-M. Çuhadar, Ankara 1990).

Tekrara hacet var mı bilmem. İhya mümkün değildir. Belki tarihe dayalı yeni bir inşa sürecindeyiz. Bu sürecin prensibini de tarih koymuştur. Kimsenin endişesine mahal yoktur. Zeytin Dalı şiârımızdır.

#Zeytin Dalı Harekatı
6 yıl önce
Türk Arap ilişkilerinde Zeytin Dalı
Köprü
Yenildiler
Jeopolitik buhran
Ortadoğu’da bölgesel savaşın yeni aşaması
‘1 gün savaşı’…