|
Ramazan ve zaman

Bir Ramazan’a daha “Suud ve diğer Arap ülkelerinden erken mi girdik?” tartışmalarıyla başladık. Biliyorsunuz, bu her yıl oluyor; biz yani Türkiye her yıl önceden yapılan hesaplamalarla belirlenmiş bir takvime göre Ramazan’ın ilk gününü belirliyoruz; Suudi Arabistan ve diğer çoğunluk Arap ülkeleri de Ramazan orucuna başlamak için hilali çıplak gözle ya da aletli bir gözlem ile görmeyi bekliyor. Hatta Arap ülkelerinin bazılarında, bizdeki Rasathanenin bir bölüm işlevini karşılayan Hilali Gözetleme Kurulları bile var.



Türkiye ise Ramazan orucuna başlamak için hilalin ille de Türkiye’de görülmesini şart saymıyor, hilalin dünyanın herhangi bir ülkesinde görünmesini Ramazan başlangıcı olarak yeterli görüyor. Bu durum da ayın hareketlerine göre önceden hesaplanabildiği için, kameri aylardan olan Ramazan’ın başlangıcı önceden belli olmuş oluyor.

Konu bu, ama her yıl Ramazan ayının başlangıcında aynı tartışma yapılıyor. “Biz mi önce girdik, Suudlar geç mi girdi?”. Hangi yaklaşımın doğru olduğunu, hangisinin daha efdal bulunacağını bilemem; ama hangisinin daha modern, hangisinin daha geleneksel olduğu ortada. Türkiye’nin yaklaşımı, zamanı hesaplamalar eşliğinde tasnif eden, onu uzamdan koparan modern zaman algısına daha yakın, Arap ülkelerininki ise zamanın matematiksel hesaplarla eşit parçalara bölünmediği ve tasniflenmediği geleneksel dönemleri hatırlatıyor. Türkiye zamanın evrenselleştiği, dilimlendiği ve nicelleştiği modern bakış açısının takipçisi, Arap ülkeleri ise zamanın yerel olduğu ve uzama sıkı sıkıya bağlı olarak tarif edildiği, ancak o şekilde anlam bulduğu geleneksel dönemlerin…

Siz değerli okurlar arasında yaşı yetenler hatırlayacaktır; mesela, eskiler vakitlerini namaz saatlerine göre bölerlerdi, bir yere gidilecekse akşam namazından sonra gidilir, uzak yola sabah namazından sonra ya da kuşluk vaktinde çıkılırdı, yatsı namazı sonrası ise uyku vaktiydi. Bir vakitler, birilerinin doğum günü sözgelimi Mayıs’ın 10’u olarak değil, kiraz mevsiminde olmuş olur; bir başkasının üzümler kararırken dünyaya gelmiş olduğu öğrenilirdi. Zaman coğrafyayla, o coğrafyadaki dönüşlerle kayıtlı bir şeydi. Sonra, ortaçağ sona erip modern dönemler başladığında, zamanın hesaplanabilir bir şey olduğu anlaşıldı ve zaman doğadan da, dini referanslardan da insan eliyle koparılmış oldu.

Zamanın takvimlere ve saatlere bölünmesi, yanlış hatırlamıyorsam 1700’lerin ortalarından sonra başlıyor. Hatta ilk saat kulesinin, Londra’daki ünlü Big Ben’in ilk olarak 1858 yılında açılmasını da bu bağlamda zikredenler; bu büyük değişikliği insanoğlunun dinin egemenliğinden ve belirleyiciliğinden çıkmaya ve doğayı kontrol altına almaya başlamasının milatlarından biri olarak anarlar.

Zaman kavramı tuhaf, derin ve alayişli sahiden. Belki yüzlerce yaklaşıma konu olmuş, her seferinde yeniden tarif edilmiş bir mefhum. Dinlerin zamana yaklaşımı da çok ilginç. İslam dininde, dünya hayatının sonlanıp, kıyametin kopacağı zamana, küçük ve büyük alametler olarak iki türdeki göstergelerle işaret edilir; bu göstergelerin çoğu da çoktandır ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla on yıllardır, belki yüzyıllardır Müslümanlar’a her dakika kıyamet kopacakmış gibi yaşamaları tavsiye edilir. Zaten bu yaklaşımın bir başka versiyonudur İslam’ın ömür kavramına yaklaşımı da: Müslümanlar, “yarın ölecekmiş gibi ahiret hayatı için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmalıdır”. Yani İslam dininde, ahireti de, dünyevi olanı da içinde bulunduran bir eşzamanlılık söz konusudur.

Aynı eşzamanlılığa Ortaçağ Hristiyanlığında da rastlanıyor. O dönemde yaşayan Hristiyanlar, İsa’nın ikinci gelişinin her an gerçekleşeceğini düşündükleri için zamanın sonunda yaşadıklarına inanırlardı. Bazı vakanüvis piskoposlar o dönem kendilerinden “zamanın sonuna yerleştirilmiş bizler” diye söz ederdi. Daha sonradan yapılan adlandırmaya göre bu zaman algısına “Mesihçi zaman” deniyor. Ki, bu zaman anlayışı geçmişle geleceğin eşzamanlı olarak içinde bulunduğu anlık bir şimdiyi tarif ediyordu. İnsanlar, o dönem insan soyunun yüzyıllar sonra bile devam edeceğine inanmıyorlardı.

Semavi dinlerdeki bu eşzamanlılık algısının yerini modern zamanlarda Walter Benjamin’in kavramsallaştırmasıyla ifade edersek “homojen ve içi boş zaman” aldı. Hristiyanlık ve Müslümanlığın yaklaşımında gördüğümüz, geçmişi de geleceği de içinde barındıran şimdinin yani eşzamanlılığın yerini, takvim ve saatlerle bölünmüş ve onlarla birlikte ilerleyen lineer yani düzçizgisel zaman algısı aldı. Zamanın doğayla olan bağı, uzamla bağı ve senkronizasyonu da bitirilmiş oldu...

Ramazan’a bir gün erken başlamak ya da bir gün geç girmekten nerelere geldik. Belki zaman konusuna ilerleyen günlerde devam ederiz.

Not: Bu makale yazılırken Anderson’ın hayali Cemaatler kitabından faydalanılmıştır.

#Ramazan
#Zaman
٪d سنوات قبل
Ramazan ve zaman
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti