|
Kitap var kitaptan içre!

İkimiz de ‘önce’ kendimizi düzeltmeye şartlanmıştık küresel dünyanın iddialı yöntemleriyle. Sanki ‘sonra’ başka bir şey varmış gibi. Kendi arızalarını hallet, sonra dünyayla ilgilenirsin!



Kan kusa kusa öğreniyorduk oysa: Kendin dünya, kendin kainat, kendin âlemlersin. Bu manayı bize yaşatacak olan yöntem böyle bir yoldu işte. Dışarıda hiçbir şey/ gayrı/ ağyar kalmayana kadar.

Geleneğimizdeki nefs eğitimi yöntemlerinin nasıl da kişiye özel olduğunu daha önce bilmiyorduk seninle ben. Bütün farzları yerine getirince, bütün dini bilgileri doğru bir itikadî yaşantıya dökünce dinin tamam olacağını sanıyorduk.

Ama kalbimizin anadilinde belki bunun yeterli olmadığı gerçeği mevcuttu, kelâmsız biliyorduk. “Ben nefsimi Müslüman ettim” hadisindeki ölçünün neresindeydik? Dini tekelinde gören hocalar bunun neresindeydi?

Bu yolda Hızır kadar hınzırın da olduğunu... Hak erenlerin vaazından değil gönüldeki manasından tanınacağını... Onların veli sıfatıyla her an yaşadığını... Derken! Benlik eğitiminin ilk kuralı: Talip olmaktı.

***

Gelgelelim talip olmak sadece bir başlangıçmış. Biraz belaya maruz kalınca arkasına bakmadan kaçıyordu talipler. Bıçak sırtı bir kıvamdı her şey. Bir milim sapsa kanlar içinde delik deşik oluyordun.

Neye talip olduğunu başlangıçta kim bilebiliyordu ki zaten? Bunca kan ter ve gözyaşına talip olmanın anlamını nerelerde saklamıştı Cenabı Hak?

Dini bilgileri en çok bilenin dini kemale ermiş olmuyordu. Senin benim tavrımıza yansıması gerekiyordu tevhid bilincinin, yaşantıda tavırda delil gerekiyordu celaliyle cemalini bir’lemeye. Ta ki tüm azaların gönül olana. Âlem sana ayna olana!

Niyazi Mısri’nin dediği gibi, hesap vardı hesaptan içre, kitap vardı kitaptan içre. Bazen pazarlık yapıyorduk, bazen taviz vermekten imtina ediyor, bazen uzatıyorduk boynumuzu. Ama tam model bir teslimiyet kolay mıydı? Bunca benlik dağının zirvesinden? Ne çok zirvesi varmış bu benlik dağının kardeşim.

Ah nasıl da zordu vehimsiz bakmak. Olduğu gibi görebilmek. Kabullenmek. Her şeyin rızık olduğunu fark edebilmek. Nefsini O’ndan, O’nu senden razı kılmak.

Gemiyi deldirmek yetmiyor, nefsin fasık yönünü boğmak gerekiyordu ki nefes olsun çektiğin.

Ama bunu demek kolaydı tabii. Zaten kimse sözle talip olamıyordu. Fikretmek, zihin jimnastiği yapmak, yeni yorumlar getirmek, felsefi derinlikler keşfetmek değildi çünkü amaç.

Maneviyatın anadili zihindeki alfabeyle sökülmüyordu. Gönül dilinde konuşmak, gönül dilinde susmayı öğrenmek gerekiyordu.

Şeriattan tarikata, marifetten hakikate içten içe derinleşme gerektiğinde. Nasip sırrının kişiye has ikramlarıyla. Bu devam, ancak nefsini terbiye etmeye talip olanların yolculuğuydu.

***

Hiçbirimiz diğerimizi kınayarak ilerleyemiyorduk. Aynadaki görüntü hemen bulanıklaşıyordu. Bunu yıllar önce yoğun bir ibadet ortamında çok net yaşamıştım. En sevdiklerimle bir aradaydım ama ilk andan fark etmiştim; hepimiz birbirimizi idare ederken an içre kınamaktaymışız içten içe.

Bu perdenin kalkması için o yoğun ibadet dönemini yaşamak gerekiyormuş. Her birimiz çokluk içinde teklik anındaydık. Yoksa aslında her an böyleydik hayatın içinde. Velhasıl başkasında kınadığım her şeyin aynı anda nefsimdeki bir zaaf olduğunu görmüştüm.

İşine bak dedim nefsime, dosdoğru bak! Demekle kalmadım, yazdım bunları. İyi de görmek de yazmak da yetmiyordu değişmeye. Bir Hızır gerekiyordu nefsinin fasık yönünü boğup öldürmeye!

Neleri varmış daha. Ve dahi neleri vardır kim bilir daha. Kendini en dürüst, en hassas adalet terazisi sanırken, başkalarını adaletsiz diye kınarken: Emir demiri keser diyerek dürüstlüğünden tuzağa düşürürmüş bu yolda sınav. Kendini yakinen çok iyi niyetli sanırken, en uzak kaldığın tarafındaki bir zaaftan yakalayıverirmiş!

Bu yolda en büyük sermaye samimiyet sadakat ve halis niyetti. Ölmeye gelmiştik evet. Ama bir türlü beceremiyorduk ölmeden önce ölmeyi. Nefsimizi muhasebeye çekmeyi. Çık çık, in in; bitmiyordu benlik dağı. Bir türlü temizlenemiyordu kalbimiz putlardan, ki alemlerin kalbi olduğunu anlasın, yeniden yapılsın!

Yine de her düşüşün seni dağın bir başka rakımına yükseltiyordu sabredebilirsen. Bazen tutunacak dal bırakmıyordu. Ne ağaç kalıyordu ne dal. Bu sefer toprağı eşelemeye köklerinden su çekmeye girişiyordun son bir umutla. Ah o umut. Seni kesintisiz devam ettiren, tarlanı süren.

***

“Düldülümüz aşktır bizim” diyen Sinan Ümmi’den vasıtasız son ağaca varılmaz olduğunu anlıyorduk. Melekelerin / kuvvelerin sana döndükçe, hepsini secde ettirdikçe, kayyum oldukça artık vasıtaya gerek kalmayacaktı. Son ağaçtan sonra. Ama daha en basit bir talimatı yerine getiremediğin için kendini kınayıp durmaktayken bütün melekelerinle tavaf kolay mıydı!

Seninle ben her seferinde parlatmaya çalıştığımız bir aynada seyrediyorduk zaaflarımızı, vehimlerimizi. Arzularımızı, hayallerimizi. Nefsimizin geldiği yer neresiyse, baktığımız yüzde kendimizi görüyorduk.

Bazen senin aynanın sırrı dökülüyordu, bazen benim. Kendimize yaklaşırken birbirimize ve her şeye yaklaşıyorduk. Hem yakındık hem perdeli. Bir gün güzeli görecek miydik aynada, olduğumuz gibi? Çevrile çevrile sayfalarımız, canlı kitap olabilecek miydik?

#Kitap
#Okuma
6 yıl önce
Kitap var kitaptan içre!
Haftanın ekonomik özeti ve beklentiler
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü