|
Gerçeği nefsinde güncelleme yöntemi

“Takıl bize hayatını yaşa” diyen onlarca yaşam koçu, kariyer planlamacı, falcı büyücü,

şeyh, mürit, tarikat, guru gördük seninle ben. Bu sana dördüncü mektubum can kardeşim, cephe yoldaşım.

Bugünün maneviyat ihtiyacını gidermeye yönelik sayısız maneviyat davetçisi vardı etrafımızda. Ve müşteri portföyünü geliştirmek için durmaksızın mesai halindelerdi. Kişisel gelişimciler, farkındalık’çılar, anı yaşa’cılar, çakra açıcı ve yoga’cılar, biyoenerjiciler, feng şui’ciler, sağlıklı ve bilinçli beslenmeciler, nelepe’ciler, vücut bilimciler, beden dili el ve ayak bilimciler, guru severler, hobi severler, alternatif yaşamcılar...



Hepsi bir ucundan yakındı gerçeğe. Diğer ucundan uzak!

El cevap aynı yorumları işittik hep kabaca: “Çok zevkli, çok keyifli, süper, müthiş, inanılmaz!”

Anlamıştık ki nefsin tatmini için yaşamanın üst sınırı yok. Zevkin içinde zevk, keyfin içinde keyif vardı şüphesiz. Fakat: Nefsini doyuracağım derken gitgide tatminsizleşiyorsun. İkimiz de bundan mustarip olduk.

Kendini vereceğine, kendini vakfedeceğine, her şeyi kendine almaktan egon şişmiş, obezleşmiş. Ruh içeri kaçmış, başkalarında kendini göreceğine, kendinde başkalarını bulacağına, hepsini bir’leyeceğine tam tersi olmuş.

Sen milyon milyar parçacığa bölündükçe her şeyin birbiriyle olan ilişkisini yitirmişsin. Ama ısrarla bir şey arıyorsun. Kendinde olduğunu bildiğin şeyi. Bir tamamlanma arzusu.

***

Sen psikolojik akımlardan akımlara koştun. Ben sosyolojik. Nihayetinde insan olmak istiyorduk, insanı arıyorduk. Her yaptığımız benliği hormonlayan bir projeye dönüşür gibiyken bizi bir şeyler tutmuş demek ki. Bir tür performans kriterinden ibaret olan keyifli hayata kanmamışız.

Rıza ve gönül ölçüsünü hangi birimlerle tartacağımızı bilmiyorduk ama başarıya odaklı bir çevreden gelmekle bu birimi tek ölçü olarak yüceltmemiştik en azından. Başarı da rekabetle elde edilen yegane mutluluk olmamıştı bizim için.

Belki de içimizdeki o aşk duygusuydu bizi hırslarımızdan koruyan. Hormonlu bir nefis ile yeryüzü podyumunda dolanan kibir mankenleri olup çıkmamışsak. Gizli benliğin tuzaklarında kıvransak da ego defilesi bize gösterisini bir türlü sunmakla yetinememişse. Hiç teselli bulmamışız işte bu podyumlarda!

Yıllar önce hacca gittiğim günler Nevada çölünde her yıl düzenlenen Burning Man festivaline denk gelmişti. Koskoca demirden bir konstrüksiyondan yapılmış ‘Ego’ adlı dev bir tasarım, kumların ortasında alevler içindeydi. Evet cidden bu etkileyici performansı izleyenler etrafında dönüyorlardı tutuşa tutuşa egonun.

Biz de Kabe’yi tavaf ederken, müminin gönlüne kainatın sığması ne demektir, tefekkür etmeye çalışıyorduk kıvılcımlar içinde. Yine çölde. Yine alev alev. O zaman fark etmiştim. Nefsin ateşi ile aşkın ateşi nar ile nur gibiydi.

Bir ateş öldürürken diğeri diriltiyordu. Benliği yakan aşk ateşi olmalıydı ancak. Nefsinin isteklerini yaptığında değil, meşakkate katlandığında yani nefsinin istediğini yapmadığında dirilmeye başlıyordun. Diri olmak cesede değil cana ait bir sırdı. Kim bilir sen bu benlik ateşini nerelerde yakaladın, nasıl kurtuldun alevlerinden?

***

Gerçeğin üstatlarının nişanı yoktu, tarafı yoktu, kurama, kurala sığmıyor, zamanla mekanla sınırlanamıyordu. Daha ne kaldı dedikçe, hiçbir tekrarı olmayan, kişiye özel bir ferman yollanıyordu bize. Neyi tanımlasak tanıma girdiği anda ötesine geçiyordu hakikat. O dediğinde o olmayan! Hep ötesi, hep ilerisi, hep ahiri vardı. Kurama tekrara gelmeyen. Yönsüz, nişansız.

Bütün yatay ve dikey geçişlerimizin canlı numunesiydi. Nasıl bir yöntemse bu nefs eğitimi. Her seferinde başka, her seferinde yine de hakikat içre, her seferinde gerçeğin edebinden bir milim şaşmadan, taşmadan, dosdoğru hedefini bulan oktu kamilin nefesi.

Yara bere içindeydik, mücadelenin başında, hep başındayız duygusuyla. Dışarıdan bakanların tahmin edemeyeceği, kendince eleştireceği, yaklaşsa da tahammül edemeyeceği, kendi benliklerinin içinden geçirmeyi hiç istemeyeceği, belki hor göreceği, belki öfkeleneceği, kınayacağı ne çok görüntüsü vardı gerçeğin üstatlarının. İçe doğru gittikçe. Bütünü de parçası gibi, toplamı da teki gibi olan.

Trafikte kaldığımız bir seferinde, ısrarla gereksiz bir konuşma içindeyken ben, yan arabanın açık olan camlarından “haddini bil” şarkısı bangır bangır yükseldi. İşte can kulağın duydu mu? Her ne işitsen hitap sana!

Kapa şu camı, pop müzik dinlemek senin neyine diyerek sınırlamaz kamil hakikati, engel koymaz akışa. O’nu her şeyden takip eder. Yerli yabancı, karşı görüş, farklı yaşam tarzı gibi sıfatların ardındaki muhatabı bilir. Tanır. Biz anlayalım diye örnekleri canlı okutur, kıssaları bize yaşatır.

***

Niyazi Mısri’nin bize fısıldadığı hak sırrını canı canlı heceletir o an. İşitene.

“Her neye baksa gözün, bil sırr-ı Süphan andadır / Her ne işitse kulağın, mağz-ı Kur’an andadır / Her şeye mahlûk gözüyle baksan ol mahlûk olur / Hak gözüyle bak ki bî-şek nûr-i Yezdân andadır.”

Can kulağımız bir vidanjör getirilip açılacak değil ya. İşittiklerimizle gördüklerimizle hep kendi izimizi sürüyoruz. Her an arazideymişiz meğerse.

Seninle ben bu an sırrını hiç paylaşmadan geçmişle geleceği düzenlemeye terapi divanlarına oturduk kardeşim. Bir kez olsun geleneğimizdeki bu aşk divanlarının sayfalarını aralamadan! (İnşallah devam edeceğim.)

#Hakikat
#Niyazi Mısri
6 yıl önce
Gerçeği nefsinde güncelleme yöntemi
Kuranıkerim’i anlamakla Kur’an’dan anlamak ayrı şeylerdir
Meal okumak gençleri dinden mi uzaklaştırıyor?
Muhayyel dergi
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?