|
“Ben, ben değilim ki diyem sen bensin!”

Kaldığım yerden bu üçüncü mektubumla sana yazmaya devam ediyorum kardeşim. Seninle ben modern bilimsel metotların ürünüyüz. Bize “halinizi arz edin, içinizde tutmayın, hakkınızı söke söke alın” dendi hep. Bireysellik nefsimizi beslemiş sadece. Gönlümüzü kurutmuş. Benlik kazandıkça gizli kibre dalmışız.



Evet, bugünün ruhu bu. Hakkı kendimize izafe ettik pek çoğu gibi. Adaleti savunuyoruz, dürüstüz, çok uğraştık, hak bizden yana dedik. Dava ehli olduk. Senin kendini ifade biçimin farklı, benimki farklıydı doğal olarak.

Acizane, sokaklarda nara attım, barış ve adalet istedim, işgale darbeye işkenceye karşı yazdım çizdim bağırdım. Kalemi kıracak raddede yazılar yazdım, sorguladım, sorgulandım. Omuz omuza halkların kardeşliği diye sloganlar attım.

Gazetelerde ekranlarda tartıştım, siyasetin mayınlı arazilerinde kol kola girdiğim kim varsa giderek ayrı saflara düşüyorduk yine de. Hakkın yollarında yolculuklarında şahitlikleri kayda geçirmek için emek çektim, ter döktüm.

Adalet hakkaniyet davasının evrensel ölçüsü mazlumun sesi olmaktan geçiyordu. Her davanın mazlumu vardı. Bana yapılan haksızlıklardan fazla başkalarına yapılan haksızlıklar için mücadele ettim. Sanki haksızlık haklılık ikileminin kaynağı benmişim gibi!

Sonra bir baktım, zalimin de Allah’ı bir. O’nun izni olmadan bir yaprak kıpırdamaz ne demekmiş, her şeyi perçemlerinden tutan nasıl tutarmış! Kaderci bir tembellik değilse bu, her şeyde O’nun eylemini, görüntüsünü, varlığını görmeye başlamadan neyin iddiasında imişiz? Ne çok mesafe vardı daha.

***

Cehaletin cesaretiyle nefsine zulmeden bendim. Sendin. Kendi kendimizin zalimi ve mazlumu olmuştuk hiç bilmeden. Nasıl bir’lemeden hak bizden yana sanmıştık acaba? O’nun tarafı olabilir miydi ki, o zaman nasıl kuşatabilirdi (el muhit) her şeyi?

Tarafı yönsüzlük, malzemesi Kendi iken, ne büyük kibirdi bu bizdeki! Ne büyük yanılgıydı. Nasıl taklidî bir imandı bu benlik putlarıyla zan ile var kıldığımız ilaha bağlanmak.

Hak’tan başka bir şey yoksa, celali de cemali de Kendi değil miydi! İyi de tezahürlerini her şeyde (nefsinde ve dışında) görmek bilmek kolay mıydı? Nasıl meşakkatli bir eğitimdi bu.

Hac’da sembolik olarak Arafat vakfesinde yaptıklarımız, Müzdelife’ye varıp toprağın altından taş toplamamız nasıl da meşakkatliydi. O zamanlar ne çok mana açılmıştı içimde. Ama kendi kendime olup olacağı elbet sınırlıydı.

Hakkı savunurken sen ben davasına düştüğümüz anda “hak benim” demiş oluyorduk ki, bu aslında Hakkı inkar etmekti! O’nu bir’ledikten / arif olduktan / “men arefe” sırrını ispat ettikten sonra denilse, başka türlüydü elbet! Ama biz bilmeden demeye kalkıyor, kibirleniyorduk istemeden.

“Allah vardı ve onunla birlikte başka bir şey yoktu!” Ne çok katmanlıydı bütün bu ezberimize attığımız hadisler. Hadiseler. Olup duruyor, içinden geçiyor, fark edemiyorduk. Müstakil benliklerimizle davadan davaya evriliyorduk.

“Haktan başta bir nesne yok, gözsüzlere pinhan imiş” der Niyazi Mısri. Kendimizce anlayıp geçiyorduk. Neredeydi bunun ispatı? Gizli şirk, aleni şirk. Sanrılar. Vehimler. Bütün bunları biraz olsun hayallerimizi eğitmeden, belki en azından tahayyül düzeyine eriştirmeden anlayabilir miydik cehaletimizin kaynağını?

Psikolojinin varoluşsal yöntemlerinden Cemal Müslümanlığına hicret etmiştik. Ama bir’lemeye daha çok vardı. Celalini nasıl algılayacaktık isyana düşmeden?

Hazreti Musa “Yarabbi bana cemalini göster” der ya. Git şu dağ başına, bekle, ben geleceğim demiş. Musa (as) bütün gün aç susuz beklemiş. Kimse gelip gitmemiş. Bir ara dilenci kılıklı biri geçip su istemiş. “Ya çekil git başımdan şimdi çok meşgulüm” demiş ona. Akşam olunca “neden gelmedin Yarabbi” diye sitem ettiğinde şu cevabı almış: “Geldim ya Musa, senden bir bardak su istedim ya!”

***

Cemali kadar celalindeydi aşk. İşte orada aşk düşürdü bizi kendine. Belaya belî demişliğimizin ispatını istedi bizden. Şimdi ve burada. Kolay mıydı hiç? Dedik işte bitsin dedikçe, beterin beteri çıkıyordu. Hep yakıt oluyorduk cehennemimizin ateşine.

Bütün hücrelerimizle zerrelerimizle ispat etmeden hakkı, Hak demiş olamıyorduk.

Evet seninle ben “halinizi anlatın, içinize atmayın, kendinizi arz edin, hakkınızı arayın, hımbıl pasif olmayın” telkinleriyle yetiştik. Tabii hımbıl olmayalım da, hakkımızı ararken içimizdeki evrenselliği çıkarmadığımız için nefsimize rehin düşüyorduk hep.

Şimdiyse geleneğimizin nefs eğitimi yönteminde bize aksine “halinizi arz etmeyin, kanınızı içinize dökün, kendi kendinizin hastası doktoru olun, kendinizle kaim olun” deniyordu. Denmek ne kelime, bizzat tatbikat!

Ama her seferinde uç veriyordu benlik dağı. Ah kardeşim şuradan bastırıyorsun, yanından uç veriyor. Evet bu yedi başlı canavarın ancak başından ezilmesi gerekiyordu ki onu sadece aşk getirebilirdi dize.

O da telkinle sözle filan olmuyordu. Riyadan bastırıyorsun, tevazudan uç veriyordu benlik. Tevazunun da bazen benlik olduğunu mesela, senin nefsime bilmeden tuttuğun aynada gördüm. El ele, el hakka!

On sekizinci asırda İbrahim Has efendinin İbretî Mustafa efendiye yazdığı mektupta okumuştum şu beyti:

“Ben ben değilim ki diyem sen bensin / Sen sen değilsin ki yine ben sensin!”

Peki ne yapacaktık? Bu benlik eğitiminin tek kuralı vardı, o zaman idrak ettik. Talip olmak. Kimse sözle talip olamıyordu. Fikretmek, zihin jimnastiği yapmak, yeni yorumlar getirmek, felsefi derinlikler keşfetmek değildi çünkü amaç.

Öğrendiğimiz ne varsa sahile vurmuş plastik şişeler misali deniz dışarı atmıştı onları. (Devam edeceğim inşallah.)

#İbrahim Has efendi
6 yıl önce
“Ben, ben değilim ki diyem sen bensin!”
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…