|
Çıtırtı

Elli üç yıldır böyleydi bu Hüseyin usta için. O sabah da öyle oldu. Kalktı, abdestini aldı, namazdan önce “Bismillah’ diyerek açtığı dükkânda “ya Allah” deyip fırını yaktı, namaz için camiye gitti, namaz çıkışı da usul usul pişirmeye başladı.



İlk yirmi beş yıl, ateşin ilk çıtırtılarıyla birlikte ustasının sözlerini dinledi. Derdi ki rahmetli: “İşte insanoğlu da böyledir evlat. Çıtır çıtır yanmadan kendisini de etrafını da ısıtamaz. Odun odunken yanmayı biliyor da, insan insanken beceremiyor yanmayı.” Sonraki yirmi sekiz yıl, yani ustası “tezgâh artık senindir” deyip köşeye çekileli beri de her sabah odunların ilk çıtırtılarıyla birlikte ustasının sözlerini düşündü.

O sabah da öyle yaptı. “Hey koca ustam” dedi ateşe bakıp dalarken. “Ejderha bile evlat” derdi rahmetli, ilk katmer pişip de ortalığı hafif bir fıstık, yağ ve kaymak kokusu sarınca, “ejderha bile ejderha olmaklığıyla yavrusundan ayrı değil. Derdi gücü yavrusunu doyurmak. Bizim de derdimiz budur evelallah’ın izniyle. Evimize, yavrumuza helalinden ekmek götürmektir. Aş yedirmektir.”

Suyu hep üç yudumda içti Hüseyin. Suyu içip Allah’a baktı hep. Kırk düşündü bir söyledi. Bir söyledi kırk dinledi. Tez zamanda “bu çocuk başka çocuk, hiç kimsenin çırağına benzemez, evliya hamurundan yoğurmuşlar bunu” denmeye başladı hakkında. Eh, burası insanın kırk metreden tanındığı Orta Çarşı. Burada biri hakkında böyle cümle kurulmayalı olmuş belki yüz sene.

Böylece katmerci Hüsamettin’in çırağı Yetim Hüseyin, oldu sana çarşının kıymetlisi. Ne ceketini ihmal etti çarşının esnafı Hüseyin’in, ne yeleğini.

Hüseyin öyle böyle sivrilip gelirken günün birinde elindeki küreği düşürüverdi yere.

Şöyle oldu: O gün ustası, öğle namazından sonra “sen usul usul kapatırsın evlat, az işim var” deyip gitti. Katmer işi ikindiye doğru hepten tavsardı. Hüseyin usul usul ateşin ölmesini bekledi, dükkânı temizledi, ertesi günün hamurunu halletti. Kendine bi menengiç söyledi. Höpürdeterek içerken kapıdan Gülbahar girdi.

Girmesi yetti de arttı zaten. Ama bu yetmezmiş gibi, içi pırlanta dolu bir mağaraya benzeyen küçücük ağzını açıp, dünyanın en güzel musikisini utandıracak sesiyle konuşuverdi de Gülbahar: “İşiniz bereketli olsun. Karşı dükkanın sahibi Behruz ustaya bakmıştım, babam olur da.”

Afalladı Yetim Hüseyin. Sesini ayarlamaya çalışırken hepten dağıldı. Soruyu anlamaya çabalarken şakaklarına ter hücum etti. Ne diyeceğini bulayım derken saçı ağardı.

“Demek öyle, kalın sağlıcakla, pazar olsun” deyip gitti Gülbahar.

Sonradan hatırladı Hüseyin ne olup bittiğini. Behruz ustanın bi yol alışverişe gittiğini, “birazdan gelirim” dediğini, isterse şuracıkta bekleyebileceğini, ona da bir menengiç, olmadı çay, olmazsa acı kahve, hiç olmadı ıhlamur, zahter, ada çayı, kakao söyleyebileceğini nasıl olup da zırvalamadan, kalbi durmadan, yere düşmeden anlatabildiğine hayret etti hatırladıkça.

Sonraki günler Gülbahar’ın yolunu gözledi. Uzaktan uzaktan takip edip çarşının zagonuyla yandan yandan bilgi topladı. Lise sonun tatilindeymiş meğer Gülbahar. Üniversite sınavının sonucunu beklermiş. Ona göre Ankara’ya yahut İstanbul’a gidecekmiş de fakülte okuyacakmış.

Ustası, Hüseyin’in dalıp dalıp yemenici Topal Behruz’un dükkânına bakmasını kaçırmadı tabii gözden. Hele hele Behruz’la Gülbahar katmer yemeye geldiklerinde Hüseyin’in elini ayağını nereye koyacağını bilememesiyle ikmal etti meseleyi. Akşamına çekti Hüseyin’i karşısına.

Hüseyin’in uzun hayatının en ilginç, en tuhaf anlarından biri, belki de birincisi ustasıyla yaptığı o konuşma oldu.

Ustası tane tane dedi ki “evlat, ben sana kızım Hatice’yi münasip gördüm. Nasipse askere gitmezden evvel sözünüzü kesecektim. Askerlik dönüşü de düğün olacaktı. Ama gönül dediğine ne usta sözü geçer, ne şah sözü işler. Gönlünde yatan başkasıysa hele bana de ki bileyim. Vaziyeti ona göre alayım.”

Sustu Hüseyin elbet. Ustası “evlat” deyip bastırdı, “susarsan ikrar sayarım, ona göre de amel ederim. Ama susmaz da söylersen üzerimdeki borcu öderim ikiletmeden. Hele söyle.”

“Gülbahar” dedi Hüseyin. Bunu derken canından can gitti, etinden et koptu.

Şimdi yeniden kırk dokuz sene sonrasındaydı Yetim Hüseyin usta. Ateşe baktı. Odunların çıtırtılarını dinledi.

O yaz, askere gitmeden hemen önce ustası “her şeyiyle kefilin benim, kızın da istiyorsa Allah’ın emri Peygamber'in kavli” dedi Behruz’a. Behruz “he” dedi, lakin Gülbahar kabul etmedi. Ali dedi Kamber demedi, Nuh dedi peygamber demedi.

Birliğe doğru yola çıkacağı sabahın gecesinde ustası, biricik kızı Hatice ile kesti sözlerini. Dua dualadı. Hüseyin’in kulağına eğilip “dünya böyledir evlat” dedi, “üzgünlük yurdudur, gam yeridir. Allah dareyn saadeti versin.”

Ateşe baktı Hüseyin. Geçen ay toprağa verdikleri Hatice’sini düşündü. Geçen gün televizyonda gördüğü Gülbahar’ı düşündü. Genişçe gülümseyiverdi. Profesör Doktor Gülbahar Firuz “mutlu ailenin sırları”nı anlatıyordu. Kulağına ustasının sözleri bir kez daha değdi: “Dünya böyledir evlat, üzgünlük yurdudur, gam yeridir.”

#Gülbahar Firuz
6 yıl önce
Çıtırtı
İnsan insanın kurdu değil; yurdu, umudu ve ufku’dur
Kara dinlilerle milletin savaşı
Bu da geçer yâ hû
3 maddede, Mahsun"un neden sevilmediğinin gerekçeleri
İnsaf!