|
Gözümüzün bağı

Sanki gözlerimiz ışık geçirmez bir bağ ile sıkı sıkıya bağlanmış ve biz bir ipin ucundan tutarak ilerlemeye çalışıyoruz. İpin diğer ucu bir yerlere bağlı ise; iyi kötü bir yere ulaşmış olacağız el yordamıyla sürdürdüğümüz bu yolculuğun sonunda. Ama bağlı değilse; ipin bir ucundan başlayıp diğer ucuna gitmiş olacağız sadece. Tersten okunduğunda da aynı olan kelimeler gibi bir şey olacak yani hayatımız. Bunca gayret, bunca çaba, bunca kör cesaret ve değişmeyecek aslında yolun başı ile sonu arasında hiçbir şey! Aradan geçen zaman dışında...



“Nasıl oluyor da gerçeği bildiğinden bu kadar emin olabiliyorsun?” diye sordu oturan. “Bir şeyden emin olmanın gerçekle ne ilgisi var!” dedi ayaktaki.

“İnsanların düşünceleri çoğunlukla kendilerini huzurlu kılacak tarzda kurulmuştur. Çoğu insan için doğruluk ikincil bir öneme sahiptir” diyor Bertrand Russell.

Her şeyin cevabını bildiğinden o kadar emindi ki, zihninin klavyesinde soru işareti tuşu örümcek bağlamıştı.

Öyle görünüyor ki, bu zamanın insanlarının başını en çok ‘bilmek’ fiilini kullanarak kurdukları cümleler belaya sokacak. Cehaletin en büyük silahı haline geliyor hızla bu fiil... Ne olursa olsun hep bildiğini düşünenlerin, biliyor olmanın konforundan asla vazgeçmeyenlerin dünyasında; bilmiyor olmanın açabileceği bütün hayırlı kapılar tabiatıyla hep kilitli kalıyor ve kalacak. Belki garip ama gerçek; o kapıları açık tutan şey, hepsi sonuna kadar birer gerçek olan insanca yanılgılarımızdır. Her bir yanılgı, dizlerimizdeki çocukluk yaraları gibi büyüklüğü nispetinde acıtır canımızı. Ve işte o acılardan hayat bulur aslında, bizim güneşin aydınlığına doğru bütün kanat çırpmalarımız.

“Hiç merak ettiğin oluyor mu?” dedi eli çenesinde olan. “Neyi?” diye sordu eli cebinde olan. “Herhangi bir şeyi!” dedi eli artık çenesinde olmayan.

Uçurtmanın ipinin kopma ihtimali insanların korkusudur; ne uçurtmanın böyle bir endişesi vardır, ne gökyüzünün.

Onlara ekmek verdiği için her akşam kapısının önünde onlarca kedinin bekleştiği insanlar vardır; bir gün o kişi ölür, sonraki günlerde evinin önünde öylece bekleşir durur o kediler. Bir şair hayata veda ettiğinde; sanki şiirleri her akşam gelip evinin önünde, tıpkı o kediler gibi mahzun bekleşiyorlarmış gibi gelir bana hep.

Ülkü Tamer, geçtiğimiz hafta dünya hayatını tamam edip ebediyete göçtü. Bir şiir devrinin tadını, rengini, kokusunu son yaşatanlardandı. İçine ‘şiiriyet’ katarak yaptığı şiir çevirilerini de severdim. İşte şiirlerinden bir şiir:

Geceleyin karanlıkta

Suya attım ben sesimi

Türkü oldu birdenbire

Denizinden geçen gemi

Geceleyin karanlıkta

Gülümsedim buluta ben

Saçlarına düşen yağmur

Gökkuşağı oldu birden

Geceleyin karanlıkta

Yıldız tuttum gök içinde

Işığını sana vurdu

Bir gül açtı yüreğinde

Ve işte şiir çevirilerinden bir çeviri, şiir Cesar Vallejo’ya ait:

İnsanı çocuklara bölen öfke,

çocuğu eşit kuşlara bölen,

kuşu, küçük yumurtalara;

yoksulun öfkesi

bir zeytin taşır iki üzüme karşı.

Bir de şunu düşünün; bir çığlık âlemde yankılandığında sessizlik ne hisseder?

Artık kimsenin sahip çıkmadığı duyguları yaşatmak için kalbine fazla mesai yaptıran insanlar da var.

“Gelen geçti, kalan yok” dedi meczup, “devran daim, inen yok!”

#Bertrand Russell
6 yıl önce
Gözümüzün bağı
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı