|
Pazar günü öğleden sonra…

Binanın alt katı dükkan, porselen falan satılıyor, defolu porselen, defosundan ne olacak, gözle görünmez küçük bir hata işte, ya çaydanlığın kulpu fırında birazcık fazla pişmiş, ya tabağın gül deseni hafif kahverengiye vurmuş, ya da arka tarafında firmanın logosu biraz yamuk çıkmış, hepsi bu, defolu dediğin kusur bu yani.


Hemen bir üst katta, birinci kat dedikleri yerde televizyona ait giriş var, merdivenleri kıvrılınca sekreterin masası orada, geleni gideni o karşılıyor, telefonlara da o bakıyor, faks gönderiyor, bir de kanalda çalışanlarla ilgili şikayetleri not alıyor.

İşte kimler oluyor bunlar, diyelim radyodan parça istenmiş, programcı istek parçayı çalmamış, dinleyiciyi kandırmış, işte diyelim radyoyu arayan kıza programcı kur yapmış, ya da gündüz vakti kermese giden kameraman kermeste iyice bir karnını doyurmuş, tatlı tuzlu ne bulursa yemiş, akşam ana haberde en az beş dakika sizin görüntüleri verdireceğim, demiş, sonra bilmem ne köyü yardımlaşma derneğinin kermesinde çekilen görüntüler haber bile olmamış, işte böyle şikayetler.

Sekreter gün boyu bunları yetkili mercie yönlendiriyor, sonra şikayet edilen her kimse müdürün odasına çağrılıyor, bak aslanım, bak yiğidim, burası kocaman bir kurum, hepimiz buradan ekmek yiyoruz, böyle şeyler duyulursa ne olur, adımız çıkar, ben buna müsaade edemem, dikkat edelim he mi aslanım, dinleyici, izleyici bizim velinimetimiz, olmasın bir daha, külahları değişiriz, tembihinin ardından bir diğer şikayetin nasihati, şiddeti hesaplanır, oda havalandırılır, müşteki sıfatıyla kanalı arayan yurttaşın hakkı gıyabında korunur, bu iş böyle sürüp gider.

Bir pazar günü…

Öğleden sonra, kimse yok ortalıkta, radyocular bant takmış, televizyoncular belgesel atmış, herkes bir yere dağılmış, o sekreterin masasında oturuyorum, o zaman kapalı yerlerde sigara içiliyor tabii.

Neyse telefon çaldı, arayan kişi, “Şurası mı?” dedi, ben de “Evet orası, buyurun” dedim, başladı anlatmaya.

Adam dedi ki:

“Kardeşim ben emekli tarih öğretmeniyim, az buçuk tarihten anlarım, bu bizim memleket boş memleket değil, her tarafında küflü bir taş var, nereye baksan çürümeye yüz tutmuş bir duvar var, şimdi sözü böyle uzattığıma kızma, önemli bir haber vereceğim, bu haberi kanalınızda yayınlayabilir misiniz?”

“Yayınlarız” dedim, “Hele sen bir anlat, nedir mevzu, bilelim, neden yayınlamayalım, haber kaynağı sen değil misin, doğrusunu da yanlışını da sen biliyorsun, sen anlattıktan sonra biz hay hay yayınlarız…”

“Bana bir kameraman yolla o zaman, muhabire gerek yok, o kamerayı açsın, ben diyeceğimi derim, size gelir, bakarsınız, işinize gelirse yayınlarsınız…”

Kameraman gitti, bekledim, iki saat sonra geldi, “Adam garip şeyler söylüyor, ciddi iddiaları var, başımıza iş alırız” dedi.

Montaj odasına geçtik, VHS kaseti videoya taktık, oturduk izlemeye başladık… Gözlüklü bir adam, ellili yaşlarda, şimdi hatırlayamıyorum adını ama çekime adını anons ederek başlıyor, ben falanca falanca, emekli tarih öğretmeniyim, şimdi beni iyi dinleyin, diyor.

Dinledik…

Önce bir fıkra anlattı, dedi ki, “Bir gün Temel altınlarını bir yere gömmüş, gömdüğü yerin üstüne de şöyle yazmış: Burada Temel’in altınları yoktur… Dursun, oradan geçerken yazıyı okumuş, bir kazma almış eline, Temel’in altınlarını çıkarmış, sonra da kâğıdının arkasına şöyle yazmış: Temel’in buradaki altınlarını Dursun almamıştır…”

Fıkrayı anlattıktan sonra hemen yanındaki çeşmeyi işaret ederek, “Şimdi ben bu fıkrayı neden anlattım biliyor musunuz, şu gördüğünüz çeşme var ya, işte bu çeşmenin üstünde bir lüle taşı vardı, çok kıymetli bir şeydi, bu gördüğünüz piknik yeri, bu şehrin en ünlü çini ustası tarafından altı aylığına kiralandı, burada millete gözlemeler yapıldı dağıtıldı, oyun oynaşlar düzenlendi, sonra geceleri buralar kazıldı, eşelendi, altında üstünde ne varsa alındı, genellikle iz bırakmadan yapılırdı ama çeşmenin üstündeki lüle taşı var ya lüle taşı, ona tav oldular galiba, onu da götürdükleri için bu sefer yakayı ele verdiler…”

Adam anlattı anlattı sonra sorusunu sordu:

“Buradan alınan lüle taşı tarihte kimin zamanında buraya dikildi, ben biliyorum, alan kişiyi de biliyorum, Temel ile Dursun’un işi gibi, koyan belli, alan belli, sadece bu kadar değil, burayı soyan adam, buradan çaldığı tarihi eserleri kime veriyor, onu da biliyorum, şimdi alın size haber, hadi bakalım bu haber yayınlandıktan sonra bu şehrin valisi, savcısı, belediye başkanı ne yapacak, hadi hep beraber göreceğiz!..” dedi.

Kaset bitti, başa sardık, bir daha izledik, sonra bir daha, bir daha, belki on defa üst üste…

Türkiye’nin en büyük ailelerinden birini tarihi eser kaçakçılığı yapmakla suçluyor adam, “Bunların ilk işi değil, Ege’yi, o Çinici üzerinden kuruttular, adam Latince biliyor, ne var ne yok, alıp götürdüler, kendi müzelerine koydular, bu memlekette tarihi eser kaçakçılığını büyük aileler yapar, en büyüğü de bunlardır” diyor, sayıp döküyor.

Ertesi gün haber toplantısına geldim, müdür masasına oturmuş, diğer arkadaşlar da önündeki koltuklara, herkes orada, enteresan bir heyecan var milletin yüzünde… İki üç kişi söz aldı, bir şeyler söyledi, kimsenin konuşulanlara dikkat ettiği yok, herkes başka bir şey bekliyor, bu çok belli.

Konuşmaya başladım, “Dünkü haberi biliyorsunuz” dedim, “Emekli bir tarih öğretmeni, bu şehrin tarihi eserlerinin çalındığını, işin içinde ciddi ailelerin olduğunu söyledi, elimizde görüntüler var, yetkim metkim yok ama ben adama söz verdim, görüntüleri yayınlayacağım diye, ne yapacağız, haberin üstüne gidecek miyiz?” diye sordum.

“Haber senin, sorumluluğu üstüne alıyorsan yap, ama iş büyük, başın derde girer, bundan da haberin olsun” dedi, müdür.

Şeref’e döndüm, Rizelidir Şeref, o zamanki ev arkadaşım, “Başımız derde girsin mi, ne diyorsun?” dedim.

Sakallarını sıvazladı, “Başımız derde girmesin de dert başımıza girsin mühim değil” dedi, işi aldık.

Başladık koşmaya, o belge senin bu belge benim, o bayır senin, bu ova benim, bugüne kadar bu adamlar nerede ne yapmış, toplumun dikkatini dağıtmak için ne filimler çevirmiş, nereleri geçici süreliğine kapatmış, hepsini bulduk, haber yaptık.

Polis, adliye, mahkeme, sanık, tanık derken hayatımda ilk kez gazetecilik yaptığımı hissetmeye başladım, nasıl keyifli, nasıl heyecanlı bir iş, anlatamam.

Bir akşam kapımız çaldı, kara yağız bir pehlivan, “Abimiz sizinle görüşmek istiyor, müsait misiniz?” diye sordu, döndüm içeri doğru bağırdım, “Şeref müsait miyiz?..”

Siyah lüks bir arabaya bindik, şehrin dışına tenha bir yere gittik, adam söze başladı, “Ben” dedi, “Şu tarihi eser kaçakçılığı ile suçladığınız Çinicinin kardeşiyim, bizim böyle işlerle işimiz olmaz, fakat siz harbi çocuklarsınız, gözüm tuttu sizi, bir kıyak yapacağım size, benim Bursa’da bir fabrikam var, isterseniz oraya taşının, fabrikada da takılırsınız, iyi maaş veririm, fakat bu işin peşini bırakın” dedi.

“Şeref bu işin peşini bırakalım mı?” diye sormadım, “Bizi eve bırak lan!..” dedim, bizi eve bıraktı, bir daha hiç gelmedi.

Mahkeme bitti, Çinici, tarihi eser kaçakçılığından hapse mahkum oldu, iş yaptığı hatırlı aile tarafından korundu, hapse girmedi, beni gördüğü yerde alt dudağını intikam hırsıyla ısırdı, ben de bir hindi gibi kabardım, onun boyunsuz tehditleri bir fayda etmedi, sonra öldü gitti.

Bir pazar günü öğleden sonra hırsız avlamanın lezzetini aldım, sınırlı da olsa dünyanın en onurlu mesleğinin gazetecilik olduğunu fark ettim.

Geçen eski haber defterlerimi karıştırırken gördüm, o haberin ardından, kendi kendime şu notu düşmüşüm:

“Gazetecilik, utanılacak şeyler yapan adama, bunları utanmadan söyleyenlerin mesleğidir…”

O pazar günü öğleden sonra 21 yaşında, tam 21 yaşında adam olduğumu hissettim, ilk kez...

#Pazar
#Hayat
#Yaşam
6 yıl önce
Pazar günü öğleden sonra…
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler