|
Ahde Vefa

Daha fazla bireyselleşip, daha fazla modernleşip, daha fazla tüketip, daha fazla bencilleşip daha az insan olduğumuz şu zamanlarda, merhameti, ahde vefâyı, ‘nasıl daha iyi bir insan olurum’u, müsamaha göstermeyi yani insanı, insan yapan değerli hasletleri de yitiriyoruz. İnsanın bir taşıma potansiyeli var, onun üzerine çıkamıyor, dolayısıyla kendini tamamlayacak şeyleri yüklendiği süreçte, yeni bir yük edindiğinde bir öncekini atması gerekiyor. Mesela sen, içinden ahde vefâyı, attığında orada bir boşluk kalmıyor, o boşluğa hemen nankörlük, iyiliğe karşı hıyânet yerleşiyor. Yani bir iyi hasleti kaybetmekle kalmıyorsun, bir kötü hasleti de yükleniyorsun. Bununla da bitmiyor insanın macerası, ne kadar çok iyi haslet yüklenirsen yükün o kadar hafifliyor ve içinde hissettiğin eksikliği daha fazla iyi haslet yüklenerek gidermeye çalışıyorsun. Oysa yüklendiğin kötü hasletler seni içeriden öyle savunmasız bırakıyor ki, hissettiğin eksiği daha fazla kötü haslet yüklenerek dindirmeye çalışıyorsun. O yüzden iyilik, iyiliği; kötülük de kötülüğü getiriyor.

Türkiye son 20 yılda (28 Şubat 1997 sürecini milat aldım) hemen hemen her anlamda birçok değişim geçirdi, her değişimin olumlu ve olumsuz sonuçları olur, lâkin son 20 yılın içerisindeyken bu sonuçları göremeyiz, bugün yavaş yavaş sonuçlar önümüze gelmeye başlıyor ve üzgünüm ki iyi notlar kadar, kötü notlar da var. Yani bugün önümüzde bir not kartı var ve şimdi soru şu: Düşük notları görüp telafi için mesai mi harcayacağız yoksa yüksek notlarla teselli bulup, eksiğimizi, gediğimizi görmezden mi geleceğiz? Bu soru şimdilik dikkate alınmamış ve hatta fark edilmemiş bir problemimiz olarak karşımızda durmakta…

Buraya kadar nasıl geldim?

İbrahim Tenekeci’nin Yeni Şafak’taki “Yolculuğumuz” başlıklı yazsını okuyana kadar, bugün Irak’taki olası referandumun, bir sonuç olmasından, sebepler bütünü olarak bölgenin tarihinden bahseden bir yazı yazmayı planlıyordum. Ki bu yazıyı, iki gün önce yazma niyeti taşıyor olsam da yoğunluk, bilgisayarın bozulması vs vs gibi nedenler ile iki gün geciktirdim, neyse vardır bir hayır diyerek, bahsettiğim konu üzerine yazmak üzere kitaplarımı ve bilgisayarımı önüme aldığımda Tenekeci’nin yazısını okudum, vardır ya bir hayır, o hayır budur inşallah temennisi ile bu minvalde bir yazı yazmaya koyuldum.

Freud’a göre bilinçaltı her şeyi kaydeder, bir yere depolar ve bir şekilde o depolananlar, gerekli uyarıcı ile karşılaştığında su yüzüne çıkar ya, bu minvalde yazmaya koyulduğumda aklıma hep o isim gelir: Akif Emre. Neden?

Rahmetli Akif Emre, yükünü iyi hasletlerden edinmiş biriydi. Bugün karşılaştığımız kötü sonuçlardan hiç etkilenmemiş biriydi, ahde vefâ, ilke, merhamet, adalet gibi ne kadar değerli haslet varsa kaleminden duruşuna kadar hepsinde bunu görmek mümkündü. Rahmetli Akif Emre, “gazeteci camiası” içerisinde “farz-ı kifaye” gibi biriydi, onun bir takım görevleri yerine getirmiş olması, diğerlerimiz üzerindeki görev sorumluluğunu bir nebze azaltıyordu. Ancak bugün o yok ve bizler, onun yokluğunu daha fazla hissedeceğimiz zamanların içerisinden geçiyoruz. O yüzden, en az Akif Emre kadar “farz-ı kifaye” olan bir diğer yazar İbrahim Tenekeci’yi okurken, cevaplanmamış sorumuzu, önümüzdeki sonuç kabilinden kötü notları hatırlayıp, hatırlatmaya çalışıyoruz. Çünkü…

Çünkü; hemen her gün “ihanet” kelimesini silah edinerek, başı kesik tavuk hareketleri ile oraya buraya nişan alanları görüyoruz, bunların sayısı azalır umudu taşırken tam aksine yabani ot gibi her yanımızı sardıklarını görüyoruz. Merhamet, vefâ, hatır, gönül, kul hakkı, itibar, ilke nedir bilmiyorlar. Sabiteleri yok ama kirli ittifakları var. Yüzleri kızmıyor, bugün siyah dediklerine yarın beyaz diyorlar, hiç emek vermeden geldikleri yerin itibarını yerlere düşürüyorlar, yükleri kötü hasletlerden ibaret, en ufak sarsıntıda pis yüklerini “yolumuza” döküyorlar, tam adım atacağımız yere pisliyorlar… işlerine gelmediğinde anında gırtlağımıza kadar ihanetle mücadele ettiğimiz şu günlerde, ihanet kelimesini çarçur edip tüm değer ve kazanımlarımıza ihanet ediyorlar.

Utanıyoruz, üzülüyoruz, dertleniyoruz, sessizce izlemek izzet-i nefsimize dokunuyor, sessiz kalamıyoruz ve nezaketi elden bırakmadan derdimizi ifade etmeye çalışıyoruz, anlatamıyoruz, anlamıyorsunuz… yoksa kötülüğe aşina olmak hayreti mi kaybettiriyor? Kötülüğe mi alışılıyor? “Nasıl daha iyi bir insan olurum?” sorusunu sormak neden terk edildi? Bilinçaltının depoladığı ve ikaz edecek uyarıcılarla karşılaştıracak yollar da mı kapatıldı?

Sorular retorik, cevaplamak şart değil ancak üzerine düşünmek farz-ı ayn. Üzerine düşünen olursa, düşünedursun, ben de genele dair ifade etmeye çalıştığım sorunları, özele dair bir vakıa incelemesiyle noktalandırayım.

Türkiye, uzun süre boyunca, dışarıdan destekli darbelerden yardım alan bir takım yönetici erkin, içeriyi sömürmesi sonucuyla yaşadı. Bu süreç, halkın seçtiği iktidarları tam anlamıyla muktedir yapamadı, bu noktada birçok entelektüel ve yazar, fikir anlamında öncü bir rol üstlendi. Ancak halkın iradesine darbe yapılmasına son verilip, halkın muktedir olabildiği günlere gelindiğinde siyasi irade ve halk olumlu yönde söz sahibi olduğunda, yazarlar ve entelektüellerden oluşan kadro bir dönüşüm geçirdi, topluma bir adım önden giderek yoldaki olası tehlikeleri haber verecek entelektüeller ve yazarlar yerine, yalnızca gücün gölgesinde ve arkasında var olabilen seviyesizlik türedi, bu seviyesizlik o kadroları işgal etmeye başladı. Hem kervanın en arkasında durup karşılaşılacak tehlikeden kendilerini koruyorlar, hem de kervanın en önündeymiş gibi yol tarif ediyorlar, halkın ve halkın iradesinin yoldaki olası tehlikeleri görmesini engelliyorlar, dahası her şeyi göze alıp yoldaki tehlikeleri haber verenleri “hain” ilan ediyorlar, böylelikle Türkiye’nin son 20 yıllık tüm kazanımlarına ihanet ediyorlar, görmüyor musunuz?

#Akif Emre
#İbrahim Tenekeci
7 yıl önce
Ahde Vefa
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’